Selimiye’de Pazar Sabahı

 
Halûk Çağlayaner 
 
İnsan, her gün gördüğünü kanıksar, hatta bir süre sonra bakar, görmez olur. İstanbul birbiri üzerine oturmuş o kadar farklı dönemlerin mirasını içerir ki, şehrin eksiksiz bir dökümünü yapmak imkansız değilse de oldukça zordur. 
 
Kadıköy vapuruna binmiş herkes şüphesiz Selimiye Kışlası’nın farkına varmıştır. Selimiye Kışlası ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane (sonra Haydarpaşa Lisesi günümüzde ise Marmara Üniversitesi olan bina) boyutları ve mimarî özellikleriyle 19. yüzyıl İstanbul’unu belirleyen yapılardır. Meraklı olanlarımız Kışla’nın üzerine bir şeyler okumuşlardır. Osmanlı’nın, bu en büyük kışlası ile ilgili en meşhur anektod herhalde burada 7 yıl boyunca askerlik yaptıkları halde birbirini görmeyen iki akraba ile ilgili olandır. 
 
*
 
Ülkemiz sağlık tarihini araştırırken, günün birinde yolum Selimiye ile kesişti. Selimiye’nin öyküsünde Osmanlı çağdaşlaşmasının üç unsuru birlikte görülebiliyordu:
 
a) Ordudaki modernleşme hareketi, 
 
b) Ordu’da modern bir sağlık teşkilatı kurulmasına yol açan gelişmeler, 
 
c) Batılı anlamda şehirleşme hareketinin ilk nüvesi.
 
Önce bu gelişme sürecindeki bazı önemli tarihleri görelim: 
 
III. Ahmed döneminde, ilk talimli askerler Haydarpaşa Çayırı’nda çalışıyorlardı. Humbaracı Ahmet Paşa, 1733’te kısa ömürlü ilk askerî fen ve tatbikat okulu Hendesehâne’yi burada açmıştı. Aslen Fransız olan mühtedi Ahmet Paşa, Avrupa ordularını tanıyan deneyimli bir generaldi; raporlarında, artık cesaret ve kahramanlığın yeterli olmadığını, çağdaş askerlikte en önemli unsurların eğitim, disiplin ve düzenli ödenen maaşlar olduğunu anlattı (o zamanki Osmanlı ordusunda, özellikle Yeniçeri ocağında bunların üçü de yoktu). Fransız ve Alman (Avusturya) ordu kuruluşu, yeni asker toplama yöntemleri hakkında yetkililere bilgi verdi; sıhhiye bölükleri kurulmasını tavsiye etti.
 
1792’de eski mühendishane genişletildi, Fransa ve Prusya’dan uzmanlar çağırıldı, ilk kez, yabancı dil olarak Arapça’nın yanısıra Fransızca okutuldu. 
 
1799’da Napolyon Mısır’ı işgal ettiğinde kurulan Nizam-ı Cedit alayının eratının çoğu, ilk kez, Anadolu’dan devşirilmiş Türk ve köylülerden oluşuyordu. Nizam-ı Cedit Ordusu’nun Rumeli’ye yerleşmesini ayanın Tekirdağ direnişi engelleyince, devletin askerî temeli de ilk kez Rumeli’den Anadolu’ya kaydı. Bu alay için 1800’de Selimiye Kışlası’nın yapımına başlandı. Bu ilk ahşap Kışla 1807’deki Kabakçı Mustafa ayaklanmasında yandı. 
 
Bugünkü kagir Kışla’nın ilk şekli 1825-27’de yapıldı. Yenileme, eklemeler (1808-1839) II. Mahmud ve (1839-1861) Abdülmecid dönemlerinde de sürdü. 
 
Kışla, kendisini bütünleyen ekleriyle bir yapılar bütünü olarak tasarlanmıştı: Bir taş iskele ve limanın yanısıra inşa edilen cebehaneler, ahırlar, talim meydanı, subay konakları, tulumbacı kışlası, çarşı dükkanları, değirmen, matbaa, iki hastane, hamam, doğuda Kavak İskele Caddesi, batıda Harem İskele Caddesi, kuzeyde Karacaahmet Mezarlığı ile sınırlanan ızgara planlı bir yol sistemine oturuyordu. 
 
1854 Kırım Savaşı’nda Kışla İngiliz askerlerine tahsis edilmişti. Florence Nightingale’in hemşirelik yaptığı binadaki İskoç bandosu da marşlarından birini geride bıraktı: Katibim. Reşat Ekrem Koçu şarkının benimsenmesinde yazılan müstehzi sözler kadar aynı dönemde piyasaya verilen müzikli çalar saatlerin de rolü olduğunu yazar. Kışla, savaşın bitiminde harap halde teslim alındı ve bir kez daha onarıldı. 
 
*
 
Birbirini dik açı ile kesen sokak siteminin Osmanlı’daki bu ilk uygulamasından günümüze kalanları yerinde görebilmek için her gün işe giderken önünden geçtiğim Selimiye Mahallesi’ni gezmeyi ne zamandır düşünüyordum. Kısmet bu haftaya imiş. Eşimle birlikte güneşli bir sonbahar sabahı yola çıktık. 
 
Kadıköy’ü Üsküdar’a bağlayan Tıbbiye Caddesi’nin başlangıcındaki su terazisini geçer geçmez Selimiye Kışlası Caddesi’ne girdik. Su terazisi Kışla ile birlikte yapılmış. Kışla, yerini aldığı Kavak Sarayı’nın Çamlıca’dan su getiren yollarını devralmış. Kışla için Sarayın su tesisatının kapasitesi arttırılmış. Duvardibindeki su terazisini Kışla’nın içindeki su terazileri, maslaklar ve hazneler izliyor, nihayet tesisat, tuvaletlerin yanındaki 13 ve Kışla’nın deniz tarafındaki talimhanede yer alan üzeri tonozla kapalı 5 çeşmeyi (tezgahlı lavaboyu) besliyordu. Selimiye Mahallesi sakinleri için de çeşmeler yapılmıştı. Pissu ise lağım tesisatı ile denize veriliyordu. Bunları uzun uzun anlatıyorum zira bu, muhtemelen sıhhi tesisatın Saray dışında, bir Osmanlı kamu binasındaki ilk uygulaması idi. 
 
 
 
Geniş ve ferah Selimiye Kışla Caddesi bizi Selimiye Camii’ne ulaştırdı. Eğimli araziye ustaca yerleştirilmiş, çevresinden hafifçe yüksek, asude bahçedeki Osmanlı baroku Cami kapalı olduğundan harika bahçesi ile yetiniyoruz. Cami ve ekleri, hamam ve birkaç çeşme dışındaki yapılar günümüze ulaşamamış. Camiinin yan kapısından çıkarak Harem İskelesi’nin hemen üzerinde – bir zamanlar deniz kıyısında olan – II. Mahmud zamanından kalma küçük Tahir Ağa Camii’ne varıyoruz. İyi onarılmış Camii, merdiven basamakları tuğladan örülü minareye dışarıdan görünecek şekilde yerleştirilmiş, çatısı sivriltilmiş soğan biçimindeki minaresi ile dikkati çekiyor. Camiin hemen arkasında Harem Oteli yer alıyor, Otelin önünde gördüğümüz turistleri yer seçimlerinden dolayı taktir ediyoruz. Yalıyarın üzerinde yer alan Kavak Bayırı Sokağı eski İstanbul’a hakim muhteşem bir bakış açısı sunuyor; Sultanhamet, Ayasofya ve Topkapı Sarayı karşınızda. Önümüzde ise doldurulararak denizden kazanılmış alanda kamyon, tır ve şehirlerarası otobüslerin durmak bilmez dağdağası bizi nahoş bir şekilde günümüze çağırıyor. 
 
*
 
İstanbul manzarasını doya doya seyrettikten sonra Selimiye Hamamı Sokağı’ndan geçerek başlangıç noktamıza dönüyoruz: Kışla ile birlikte tasarlanan yapıların sınırlı sayıda örneği ayakta kalsa da, Selimiye Ambarı Sokağı, Selimiye Hamamı Sokağı, Bükücüler Hanı Sokağı (kayıtlardan burada kumaş işleyen hanların olduğu anlaşılıyor) - muhtemelen Eczane Sokak ta (1806 tarihli bir kayıtta çarşı içindeki tabip dükkanının onarıldığı yazıyor; acaba burada mı idi?) – bizi eski günlere götürüyor. Semtin önemli bir özelliği, ızgara planlı kent dokusunun Osmanlı’daki ilk uygulaması olması: Belediye, Osmanlı İstanbul’una çok daha geç bir tarihte ulaştı. Izgara plan ise, bütçe olanaksızlıkları nedeni ile kentin tümüne egemen olamadı. Kışlaya bitişik olması sayesinde inşaat yüksekliği değiştirilmeyen ve gerektiği gibi uygulanan semt, cangılın ortasında bir vaha gibi, birbirini dik açı ile kesen sakin sokakları ile görülmeyi bekliyor. 
This article was published under the category Uzm. Dr. Haluk Çağlayaner on 06/06/2016 13:00.