Bulutsuzluk Özlemi: Fevkalâde Şahsî Gözlemler

Uzun uzun yıllar önceydi. Deve tellal pire berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken güzel bir ülkede yaşardık. O tarihte Milli Eğitim Bakanlığı leb-i derya okulların sınıflarını yazı geçirmeleri için devreler halinde öğretmenlere verirdi. 
 
İlkokulu yeni bitirmiştim. Pek arkadaşım yoktu. Herhalde biraz insan içine çıkayım diye yazın beni öğretmen halamın yanına yolladılar. Şimdiki Anadoluhisarı Öğretmenevi o tarihte ilkokuldu. Halam, babaannem ve kuzenim (benden 12 yaş büyüktür) bu okulda kalıyorlardı. Bütün ev eşyası açılır – kapanır yataklar, bir gaz ocağı ve tabak çanaktan ibaretti. Halamın oğlu gitar çalardı. 
 
Benim Anadoluhisarı’nda zuhur etmemden önce “Kanlıca Altılısı” namında bir grupları varmış ki yetişemedim. Rahmetli oyuncu Yavuzer Çetinkaya da solistleri imiş.  
*
Ben vardığımda yeni bir grup oluşmuştu. Davulda Yılan Murat vardı. Güzelcehisarın dibindeki ahşap bir evin ikinci katındaki tanışmamızı unutamam. Bizi öğle yemeğine çağırmıştı. Balığa çıkmış, mebzul miktarda iskorpit tutmuş, onları bir güzel tava edip salata ile sunmuştu. Fevkalade mütevazı bir sofraydı, gazete kağıdı üzerinde yemiştik. Ama daha domates domates, salatalık salatalık, ekmek te ekmekti. Boğazın, Marmara’nın suyu temiz, balığı boldu. 
*
Solo gitarist Derya fevkâlade yetenekli, kulağı kuvvetli nevi-i şahsına münhasır bir adamdı. Bir ara Nejat ile birlikte bir seramik atölyesi kurdular. Elinden hemen her iş geliyordu. İleriki senelerde Nişantaşı’ndaki Konservatuarın enstrüman yapım atölyesine devam edecek, burada kendine sıfırdan bir klasik gitar yapacaktı. Gitar yapımı zordu; aletin akor tutması perde aralıklarının eksponansiyel bir dizi içinde daralarak birbirini izlemesine bağlıydı (artık üniversite giriş sınavlarında logaritma sorulmayacak ! Mütebahhir milli eğitim bakanımıza bakılırsa « günlük hayatta kullanılmıyormuş » zira…) Tınıyı aletin her bölümü için uygun şekilde seçilmiş, dinlendirilmiş, şekillendirilmiş farklı ağaçlar oluştururdu. Sap – gövde bağlantısı, akord edilmiş tellerin uyguladığı 270 kg’lık merkezkaç kuvvete direnebilmeliydi. Derya mükemmel bir gitar yapmıştı. 
*
Grubun orgçusu pek aklımda yer etmemiş, sonraki yıllarda müziği bıraktı bildiğimce. Derya zaman zaman orga oturur, değme piyanistlere taş çıkartacak sololar çekerdi. Yeni bir parça çıktı mı hemen solosunu çıkartıverir, parçanın girişine, sonlanışına aldırmazdı. Solosu çıktı mı işin sihri de kaçıyordu sanki. 
*
En küçükleri ve tilmizleri Nejattı. Grupta bas çalıyordu. Şarkıları çoğunlukla Reha ve Nejat söylerlerdi. O zamanın klasikleşmiş parçalarını, Beatles melodilerini söyler, giderek daha ritmik parçalara geçerlerdi. Albinoni’nin sol minör adagio’su, My Way, Strangers in the Nigtht, Yesterday, Hey Jude…
 
Akşamları, Beylerbeyi’nde AFS bursuyla yurt dışına giden öğrencilerin ön eğitimden geçtikleri bir lokalde çalarlardı. Kimi kez, beklenmedik bir vakitte çıkagelirdi Yavuzer ; patlatırdı Cem Karaca’nın « Bir gün belki hayattan » şarkısını; çok yakışırdı ses tonuna. 
*
Halamlar ileriki senelerde Göksu üzerindeki Güzelcehisar İlkokulu’na gider oldular, tabii ben de. Bu okul Nejatların evinin karşısında idi. Mavna kaptanı rahmetli babası sessiz, annesi sevgili, rahmetli Hatice teyze çok iyi bir insandı. 
*
Nejat’la aklımda ilk yer eden anı bir gece onu Reha ile ziyaret edişimizdir. Mimarlıkta okuyor ve çizim yapıyordu. Daha o zamanlar kendine özgü bir çekiciliği, karizması vardı. Bunun neye bağlı olduğunu ileride anlayacaktım. 
 
Kimi akşamlar bir bota 4 – 5 kişi doluşup Boğaz’ı geçer, karşı taraftaki Lalezar’a giderdik. Dönemin kalburüstü işadamlarının gittiği seçkin lokal; arka kapıdan girerdik biz tabii. Burada Durul Gence’yi dinlerdik. Yaklaşık 10 kişilik, nefeslileri de içeren zımba gibi bir topluluğu vardı. Blood Sweat & Tears’in Spinning Wheel’ini inanılmaz çalarlardı. Bu topluluğun elemanları ileride İstanbul Gelişim Orkestrası’nı kuracaklar, çok sayıda beste ve düzenlemeye imza attılar. Daha sonra Esin Afşar çıkar, onu Modern Folk Üçlüsü izlerdi. Kısacası asgarî beğenisi olan bir kişiyi müziğe yöneltecek her şey bir arada idi. 
*
Dedim ya iyi insandı, Hatice teyze, o kalabalık gruba öksüz doyuran sofraları hazırlar, yemekten sonra gitarlar ele alınır, müzikten müziğe geçilirdi. Bahçedeki oda çoğu kez grubun provalarına hasredilirdi. Nejat daha o günlerde besteciliği ile diğerleri arasında sivrilirdi. 
*
Gitara heves ettim. Reha bana da gitar çalmayı öğretti. Öğrendiğim ilk parça House of the Rising Sun’dı. Bir süre sonra kendime bir gitar alma fırsatım oldu. Reha’nın plaklarını su içer gibi dinledim ; Beatles’ın icra yönünden en iyi albümü Abbey Road, Cream’in Disraeli Gears’i, Joan Baez, daha sonra da John Mayall ve nihayet Carole King’ten Tapestry. O zamanlar ilk hedef bir grup kurmaktı. Öğrendim ki bir sınıf arkadaşım, Sina piyano çalarmış. Hafta sonları onun evinde çalmaya başladık biz de. Annesi çok iyi ama çok yalnız bir kadındı, üstelik bize de katlanıyordu; sonra onu da kaybedecektik. Sina piyanodaki doğaçlama becerisini annesinden almıştı. Çok çaldık, çok besteler yaptık, vardır birkaç kez sağda solda çalmışlığımız. 
*
Bu arada yıllar geçiyordu.  Ben lise sona gelmiştim. Sina ile çalmayı sürdürüyorduk. Iron Butterfly, Procol Harum, Moody Blues geride kalmıştı. Yeni kuşak progresif topluluklar bir biri ardına sökün ediyordu : Pink Floyd, King Crimson, Genesis, Yes, Emerson Lake & Palmer. Onların albümlerini şifalı su içer gibi dinliyor, adeta zihnimize nakşediyorduk. Şimdiki iletişim olanakları olmadığı için ancak Fransızca Extra Dergisi’nden izlerdik kimin ne yaptığını. Nejat Çetinok’un TRT FM’deki programlarını da kaçırmazdık. Aynı yıllarda Murat Ses’li Moğollar Barış Manço ile « Binboğa’nın Kızı »nı kaydettiler. Aklıma mıh gibi çakılmıştır çok iyi icra edilen bu parça. 
*
In the Court of the Crimson King albümü çok popüler olmasa da müzik anlayışını baştan aşağı değiştirdi, dinleyicilerden çok müzisyenleri etkiledi. Pink Floyd çift Ummagumma’yı çıkarttı. Dinlemesi fevkâlade zahmetli bu deneysel albüm kapak düzeniyle dikkat çekiyordu. Topluluk bir evin çayıra bakan kapısından görünüyordu, Waters ön planda idi. Evin duvarındaki bir çerçevede görüntü kendini sonsuza dek yineliyordu. Arka kapakta grup bir havaalanında, tura götürdükleri müzik aletleri yığınının ortasında idi ; vurmalı çalgıların çokluğu dikkati çekiyordu. Yes’in Roundabout’u derinden etkilemişti bizi. Jethro Tull Thick is a Brick’le ortalığı kasıp kavuruyordu. 
*
Güzelcehisar’da ise Nejat’tan 5 – 6 yaş büyük grup üyeleri iş güç sahibi olmuş, müzikten uzaklaşmışlardı. Eskilerden bir Derya sürdürüyordu müziği. Nejat « Deep Purple gibi çalmak » isteyen Bakırköy’lü bir grupla çalmaya başladı. İyi de, o iş zaten çok iyi yapılmıştı, tekrarına kim bakardı ? Sonra kalıcı olmayan denemeleri oldu başkalarıyla.
*
Bu arada ben de kendimi tartıp duruyordum ; müzisyen kumaşı var mıydı fakirde? Dahası böyle bir hayatı arzuluyor muydum ? Atıf Yılmaz’ın « Arkadaşım Şeytan » filminin o anki ruh halime denk düşen bir sahnesi vardır : MFÖ bir lokalde çalar, insanlar kendi alemlerindedirler, müzik umurlarında değildir, yine de gösteri sürmelidir. 
 
Evet, çok sevdiğimiz gruplara özeniyorduk. Türkiye’de onlar gibi müzik yapılsın istiyorduk. Ama ben, ben ne yapacaktım ? Bir yanda neredeyse ilahlaştırdığım, bestelerine hayran kaldığım bir insan vardı. Öte yanda çok yakın arkadaşım, müzik yoldaşım piyano canbazı Sina. 
 
Bir araya gelseler ne kadar iyi olurdu ! Gelgelim böyle bir bireşim içinde benim yerim olmazdı ; « hiç kimse kendi köyünde peygamber olmamıştır ». Bir sene kadar tarttım zihnimde onları tanıştırıp tanıştırmamayı. Buna hazır mıydım ? Bir sene sonunda hazır oldum. İlk kez Sina’ların evinde bir araya geldik. Bulutsuzluk Özlemi’ne giden yoldaki ilk adımlar böyle atıldı. Gerisi, bildiğiniz 20 yıllık bir öykü. Mihneti onların, keyfi bizim. İyi ki varlar. 
This article was published under the category Uzm. Dr. Haluk Çağlayaner on 06/06/2016 13:00.