Atina

Yol boyunu, Yunanistan’ın genel değerlendirmesini izninizle sona bırakmak istiyorum.  Perşembe akşamüstü Atina’ya varıyoruz. Ekim’in ikinci haftası ve sıcaklık 37°C! Atina’nın girişi yaklaşık aynı enlemde olduğu Bodrum’u andırıyor. Kent nüfusu 4.000.000, onunla birleşen Pire’nin nüfusu 1.000.000. Yunanistan’ın toplam nüfusu ise 10.500.000. Ülke nüfusunun neredeyse yarısı bu havalide yaşıyor.
 
İstanbul – Atina karşılaştırması aklıma düşüyor; arazi rantı, trafik ve bağlı sorunlar...  Atina birkaç açıdan İstanbul’a kıyasla daha şanslı görünüyor.
 
1)      Ülkenin nüfusu ve nüfus artış hızı daha az.
 
2)      5.000.000’luk yerleşimde hiç gökdelen yok! Bu, nüfusun nispeten dengeli dağılımını sağlıyor.
 
3)      5.000.000’luk kentte hiç AVM (alışveriş merkezi) yok! Bir tane kurulmuş; ama tutmamış; Yunan halkı AVM’den alışveriş etmeyi benimsememiş. Zarar eden işletme bir markete devredilmiş; market ve depo olarak kullanılıyor. Bu da nüfus yığılmalarını engelleyen bir diğer etken.
 
4)      Atina’nın düzgün; ana arterleri izleyen, bir metrosu var. Bizde, “x” istasyonunda indiğinizde “x” semtine ulaşmak için çoğu kez 1 km’ye yakın yürümek gerekiyor. Bu, sabit yatırımı azaltmadığı gibi, metronun etkinliğini kısıtlıyor, kârlılık ve yararını kısıtlıyor. Popülist politikacılar yeraltını kazmaktansa, şan, şöhret ve otomobil endüstrisi peşinde koşarak boğaz köprüsü yapma sevdaları, şehri gün geçtikçe içinden çıkılmaz hale getirdi.
 
Bu karşılaştırmada İstanbul için daha iyi şeyler söyleyebilmeyi isterdim; ama ne yazık ki çıplak gerçek bu.
 
*
 
Otelimize yerleşiyoruz; Selanik’te düştüğümüz duruma düşmemek için yolda bir Atina haritası alıyorum; ayrıca otel odasında da bir Atina haritası bizi bekliyor. Yıkanıp dinlendikten sonra resepsiyona iniyor ve en yakım metro istasyonunu soruyoruz. Otelimiz kentin kuzeydoğusunda Michalakopoulou Caddesinde; oulou ve is ile biten isimlerin Anadolu göçmenlerine ait olduğunu öğreniyoruz; rehberimizden. Karamanlis (Karamanlı) gibi, aklıma Menderes geliyor; o da grekçe Meandros’tan!
 
Otelimizin çevresi çok sayıda hastane ve hekim muayenehanesinin yer aldığı ekâbir bir semt. Büyük Vassilis Sofias Bulvarı üzerinde taşıyıcı elemanları hariç yekpare cam bir bina görüyoruz. 1970’ler mimarisinin güzel bir örneği. “Herhalde spor sergi sarayı gibi bir yer olmalı” diyerek yaklaşıyoruz. Yaklaştıkça binanın solunda büyük, açık mavi bir arma dikkatimizi çekiyor, ortada bir kartal resmi. Artık yazıları da okuyabiliyoruz. Burası ABD Büyükelçiliği! ABD’nin Atina Büyükelçiliği ile yeni binasına taşınan ABD İstanbul Konsolosluğu’nu – Tarabya’da tankla dahi delinmeyecek mermer kaplı ortaçağ şatosu – karşılaştırınca, Ortadoğu satrancında ülkemize biçilen belalı rol bir kez daha ortaya çıkıyor.
 
*
 
Yolda rehberimiz bir karşılaştırma yaptı: “Biz,” dedi, “ardımızda padişahlar var; asgari ücret alırız, cebimizde 3.000 liralık telefonumuz eksik olmaz. Gösterişi severiz. Yunanlılar ise yaşamak için çalışırlar; yani sadece gerektiğince, onlar için iyi yaşamak önemlidir”. Yunanistan’da – Türkiye’ye kıyasla – çok daha az jip görüyoruz. Atina’da dahi, ararsanız jip görüyorsunuz. Hele trafikte seyreden birisi aylardır yıkanmamıştı. Aracın statü göstergesi değeri çok daha önemsiz görünüyor burada.
 
Bu sırada Megaro Moussikis İstasyonu’na ulaştık bile. Bilmem, dilimize Müzik Mağarası olarak çevirebilir miyiz? Girişte tellere konmuş öten kuş figürleri, bir merdivenin üzerine düşen duvarda dev, siyah-beyaz bir Maria Callas portresi karşılıyor bizi. Biz de bir metro istasyonumuzu müzik teması çevresinde şekillendirsek; Itri’den Dede Efendi’ye, unutulmuş İda Saide Hanım’dan Donizetti Paşa’ya, Münir Nurettin’den Fazıl Say’a… Hadi onu istemiyorsunuz Leyla Gencer olsun (o da kimdi yahu?)
 
*
 
Bu akşam Monastiraki’ye gidiyoruz; (küçük manastır).  Akropol’ün eteklerinde, ertesi akşam göreceğimiz – tavernaları ile ünlü – Plaka’dan daha sevimli, şirin mi şirin bir yer burası. Gerek Akropolü, gerekse – Selanik’in aksine – çok güzel restore edilmiş Osmanlı eserlerini ve antik kalıntıları ışıklandırmışlar. Önce, avare geziyoruz sokaklarda, dükkânlara bakıyoruz. Yorulduğumuzda semtle bütünleşen mütevazı metro istasyonunun karşısında antik kazı alanını çevreleyen alçak duvara oturuyoruz; pek çok kişinin yaptığı gibi. Gelip geçenlere bakıyoruz.
 
60’larında, ince, sessiz ve kendine güvenli bir adam yanımıza oturarak ne olduğunu kestiremediğimiz, bir müzik aletine benzeyen siyah kutusunu açıyor; bir kukla çıkıyor içinden. Kapatıyor kutunun kapağını, üç küçük kolu altına monte ettiğinde minüskül bir kuyruklu piyano çıkıyor ortaya. Kukla çalacak piyanoyu. Şapkasını çıkararak – izleyenlerin para koymaları için – önüne koyuyor. Basıyor mp3’ünün düğmesine, bu arada kuklasının her iki eli ile kullandığı karmaşık kumanda aparatını hazır ediyor. Hazırlık sırasında önce bir genç kız, sonra küçük bir çocuk yaklaşıp sohbet ediyorlar, mahallenin kuklacı amcasıyla. Açılış bir Django Reinhardt parçası; müzik zevklerimiz uyuşuyor galiba. Şapkaya siftahı biz yapıyoruz. Gelgelelim akşamın o gulgulesi arasında enstrümantal müzikle izleyici çekmek zor. Kukla bir rock and roll’a geçiyor, izleyenler, para verenler artıyor. O sırada iki Uzakdoğulu kız geçiyorlar; biri piyanonun önünde eğilerek arkadaşına poz veriyor. Göstericimiz fırsatı değerlendiriyor; Frank Sinatra’dan “Strangers in the Night” çalıyor şimdi. Kukla da piyano çalmayı bırakmış, kur yapıyor Uzakdoğulu kıza. Öylesine ki sadece kol ve bacakları değil, ağzı oynuyor, sanki ifadeler beliriyor yüzünde ve atıveriyor kendisini kızın kucağına; kızın yanağını okşuyor, öpüyor onu, izleyenler yolu tıkıyor. Harika bir gösteri oldu bu. Biz de dinlenmiş olarak gezimizi sürdürüyoruz. Hediyelik eşya dükkânlarında her beğeni düzeyine ve keseye hitap eden bin bir çeşit var. Dövme tunç heykeller ve seramikler zevkli.
 
*
 
Akropol tepesinin çevresini büyük ölçüde yapılaşmadan korumuşlar. Tepenin eteklerinde geniş alanlara yayılmış, kazısı kim bilir ne zaman bitecek aydınlatılmış devasa alanlar uzanıyor. Kazı alanlarının kenarı alçak duvara raptedilmiş dövme demirden parmaklıklarla ayrılmış. Kazı alanına paralel sokaklarda tavernaların masaları kaldırıma yayılmış. Buzuki bir rembetiko çalıyor. Biz yolumuza devam ediyoruz, loş bir sokaktan farklı bir tını çarpıyor kulağımıza. İki keman baş döndürücü bir diyalog içinde, irademiz dışında oraya çekiliyoruz sanki. Diogenus Sokağı’ndan yokuş yukarı tırmandığımızda küçük bir meydana ulaşıyoruz. Sanki eski bir evin avlusu; Atina mı, İstanbul mu? Zaman içinde geriye doğru gidiyoruz. Karşılıklı iki meyhane. Biz Platanos’a oturuyoruz; 1932’de açılmış. Hafif tertip bir şeyler söyleyip ortama ve müziğe bırakıyoruz kendimizi. Bir saati aşkın bir süre bir an gibi geçiyor. Cacıki bizdeki cacıktan çok daha koyu; Haydarî kıvamında ve çok lezzetli (Bu arada Haydarpaşa Tıbbiyesi’nde yetiştirilen sağlık memurlarının adıdır Haydarî). İkisinin arasında ilgi nedir? Ben de bilmiyorum. Yemeğin üzerine baklava söylüyoruz; tek porsiyon. Rehberimiz uyarmıştı; burada porsiyonlar öksüz doyuran cinsinden, iki kişiye yetiyor.  Tek parça kocaman bir cevizli baklava dilimi geliyor. Bu güzel gecenin sonunda bizi küçük bir sürpriz bekliyor; müziğin geldiği yapıya yöneldiğimizde buranın “Halk Enstrümanları Müzesi” olduğunu görüyoruz. Her akşam bir grup konser veriyor.
 
*
 
Ertesi sabah ben de hiç iş yok. Yolculuk yorucu, hem otobüste uzun mesafeleri kat etmek, hem de sonrasında hatırı sayılır mesafeleri yürümek yormuş beni. Üstelik sıcaklık dediğim gibi 36° - 38°C arasında gidip geliyor. Artık televizyon haberlerinden adlarını ezberlediğimiz Syntagma ve Omonia meydanlarından geçiyoruz. Birbirinden güzel yapılar süslüyor caddeleri. Akropol’e ulaşıyoruz nihayetinde; ben kendimde yukarı çıkacak hali bulamıyorum. Grup geziye başlarken ben Akropol üzerine bir kitap alarak gölgede istirahate çekiliyorum.
 
Eşim grupla döndüğünde ben hala kendimi toparlayabilmiş değilim. Bir taksi ile otele dönerek istirahate çekiliyoruz. Dışarısı cehennem gibi. Anlar gibi oluyorum siesta’nın kerametini.
 
*
 
Akşamüstü yine metroya binerek Syntagma Meydanı’nda iniyor, ara sokaklardan Plaka semtine doğru yollanıyoruz. Küçük bir meydanda küçük, tipik bir Bizans kilisesi çıkıyor karşımıza. Bu gezide Müzelerden ziyade sokaklara, insanların yaşayışına odaklanıyoruz. Yunanistan’ın arkeolojik birikimi Anadolu’ya kıyasla çok daha önemsiz, keza müzelerin de – bizimkilere göre – çok daha mütevazı olduğunu öğrendik.
 
Ne var ki bu şehirde hayat var, gündüz gece uyumlu bir yaşam sürüyor. Atina’lılar güzel yaşıyorlar, turistler de bu hoş ortamda bulunmaktan zevk alıyorlar. Bir de bizim Eminönü Meydanı’nı düşünüyorum; hava kararınca birden ürkütücü bir yere dönüşüyor; bir an önce uzaklaşmak istiyor insan.
This article was published under the category Uzm. Dr. Haluk Çağlayaner on 06/06/2016 13:00.