Yunanistan

Bu yazıyı gecikmeli olarak gönderebiliyorum. Kaim-validemim (anne olmadığında onun yerine geçen) rahatsızlığının ilerlemesi üzerine hastaneye yatırılması gerekti; bütün zamanlamalar alt üst oldu. Bir sonraki yazım da İzmir’deki Kongre nedeniyle gecikecek; okurlarımdan özür dilerim.
 
4 gece, 6 gün boyunca başta Selanik ve Atina olmak üzere Yunanistan’ın değişik kentlerini gördük. Bu arada – büyüklük sırasıyla – Tesalya, Vardar, Batı Trakya ovalarından geçtik. Yunanistan’ın en büyük adası Girit, üçüncüsü ise Ayvalık karşısındaki Lesvos (Midilli). Anakaraya pek yakın olduğundan harita’da göze çarpmayan ikinci büyük adanın Batı kıyısını ise Selanik – Atina yolu boyunca kah yaklaşıp kah uzaklaşarak izledik; Euboia (Eğriboz). 
 
*
 
Yunanistan’da ekonomik kriz var; ama Yunanistan ile aramızdaki fark kolay kapanacak gibi görünmüyor. İki büyük kentten söz etmiştim. Yunan taşrasında dikkatimi çeken şu oldu:
 
1) Yunanistan, coğrafyada okuduğumuzdan çok daha yeşil. Evet, yer yapısı çorak ve yer yer kayalık; ama imkân buldukları her yeri ağaçlandırmışlar. Yeşil sevgisi kentlerde balkonlardan taşan yeşilliklerle gösteriyor kendini. 
 
2) Ekilebilecek her alanı ekmişler. Ürün verimli gözüküyor, ortada kimse olmasa da gözünüze çarpan bir otomatik sulama sistemi ya da tarlanın dün elden geçirilmişi andıran pırıl pırıl görünümü “burada hayat var!” dedirtiyor. Tarıma boş vermiyorlar. 
 
3) Ne tarıma, ne de ağaç dikmeye elverişli olmayan yerleri de güneş enerjisi panelleri kaplıyor. Bu panellerin kapladığı alanı gözünüzde canlandırmak gerçekten güç. Yunanistan doğal gazı Türkiye aracılığı ile Rusya ve İran’dan alıyor. Kurulan dönüşümlü şebeke sayesinde güneşli zamanlarda devlete enerji satıp, ihtiyacınız olduğunda alabiliyorsunuz. Gördüğüm kadarıyla canla başla enerjide dışa bağımlılığı azaltmaya çalışıyorlar. Güneş panelleri muhtemelen Almanya’dan geliyor, teknolojisi daha basit olan rüzgâr tribünlerine ise hiç rast gelmedik. 
 
AB Yunanistan’ın 350 milyon Avro’luk borcun 200 milyonunu silip, kalanını takside bağlarken – Türk hükümetinin de – 200.000 Avro’luk doğal gaz borcunu sildiğini gezide öğrendik. “Biz de ekonomik kriz var” diyen marjinal müzmin muhaliflere duyurulur. 
 
Kısacası her ne kadar krizde olsa da Yunan ekonomisi, herhalde Avrupa fonlarının da katkısıyla tarımı geliştiriyor. Biz ise bir gün fındık, bir gün pancar üreticisinin beline iniyor sopa, hayvancılık ise – saman da dâhil – iki kelimeyi çağırıştırıyor; dışa bağımlılık. 
 
*
 
Yolculukta bizim için önemli olan yeni yerler görmekti. Şikemperver (gastronom) olmadığımızdan – turumuzu da kimse finanse etmediğinden – çoğunlukla pek basit tarzda beslendik. En yakın bakkala gidip peynir, ekmek, yoğurt, ayran niyetine burada çokça içilen kefir aldık. Bunlar gündelik hayatın elzem kalemleri. Hepsi harikaydı. Fırıncılar biraz aptal galiba; bizdeki kadar hileli ekmeğe ülkenin gittiğimiz hiçbir noktasında ulaşamadık. Turda önümüzde oturan iki örtülü kızımızla sohbet ettik; “nan-ı aziz” denmez mi bizde? Ama gel gör ki en çok tağşiş de fakirin ekmeğinde yapılır. 
 
Diğer gıdalara gelince; hepsinin üzerinde karbonhidrat, yağ, protein içeriklerinin yanı sıra sodyum miktarı da yazıyor!  Zeytinyağı, yol üstündeki en basit lokantada bile muhteşem; ben bir tourlou (türlü) ve bir kefir alıyorum, zeytinyağı ve ekmek bir ziyafete çeviriyor sofrayı. 
 
Bir rivayet çıkmıştı; fî tarihinde, gûya sağlık bakanımız “obezlere şişko diyelim” diyesiymiş. Bu, denetimi mümkün olmadığı gibi, kişisel ilişkileri germekten başka bir işe yaramaz. Aslı da çıkmadı, bildiğim kadarıyla. Ama eğer Türkiye’de insanların insan gibi beslenmesi isteniyorsa sağlık, tarım, orman ve köy işleri ve nihayet AB’den sorumlu bakanlarımızın bir araya gelerek en kısa zamanda gıda paketlerinin üzerine sodyum içeriğini yazdırmaları gerekiyor. 
 
Bir ara “taş devri diyeti” önerilmişti.  Bu diyetten hep beraber çıkaracağımız bir ders var: Taş devrinde insanlar yediklerine tuz katamıyorlardı. Biz hepimiz tuzsuz beslenen o insanlarının torunlarıyız; tuz tadı alınmasa da besinlerin çoğu sodyum ve klor içerir. Tuzla kurarak tuz elde etmek nispeten geç bir keşiftir. Böylece gıdalar saklanabildi ve ticarete konu oldular. Sağlıklı bir insanın alacağı günlük tuz miktarı 3g’ı geçmemelidir. Biz de ise aldığınız bütün hazır gıdalar zehir gibi.  
 
1) Tuz besinin bozulmasını geciktirir, mikrop üremesini önler, böylece gıda mühendisi istihdam etmeden merdiven altı üretimi kolaylaştırır, “raf ömrü”nü uzatır. 
 
2) Tuz besine kıvam ve ağırlık verir; ürününüzdeki daha ucuz olan tuzun oranını arttırdığınızda, ürünün daha pahalı olan ana maddesini (süt v.d.) daha az kullanabilirsiniz!
 
3) Obezite ve hipertansiyonla hayatı kısaltırmış; eh onu da vatandaşla SGK düşünsün artık!
 
*
 
Tuhaflıklar da yok değildi Yunanistan’da; her yerde olduğu gibi. Mesela otobüsümüz Selanik’ten Atina’ya gidemedi! Otobüs bozuk ya da şoförler hasta değildi; zaten diğer araçlar da gidemiyorlardı. Zira her 30 km’de bir durarak otoyol ücreti ödemek gerekiyordu! Atina – Selanik otoyol ücreti otobüsler için 160 Avro imiş. Ama Yunan hükümeti bu ücreti bir seferde istemeye çekindiğinden, Yunan vatandaşı da bunu bir defada ödemeye yanaşmadığından bu “pratik” yöntemi geliştirmişler. Araç iki de bir duruyor; 5 Euro “mevta”, 3,4 Euro “mevta” niyetine bir yazı beliriyor (tabii böyle yazmıyor; sadece ben alfabelerini bilmediğimden benzetiyorum).  Bu ödeme noktalarının sabit ve carî giderleri bir araya getirilse herhalde her sene 10 km yeni otoyol yapacak para tasarruf edilir. 
 
Atina’da karşıdan karşıya geçiyoruz; yayalara yeşil yanıyor, ama o da ne? Çapraz yoldan gelen araçlara da aynı anda yeşil yanmıyor mu? Eh, bu meseleyi “karşılıklı anlayış” çerçevesinde “çözümlüyoruz”.
 
*
 
Atina’dan kuzeye yönelerek Meteora manastırlarının yer aldığı Kalambaka kasabasına gidiyoruz. Rehber kitapların yazdığına göre (m) sonradan grekçe söyleyiş kolaylığı nedeniyle eklenmiş. Aslı Türkçe’den Kalabak= Kale demekmiş. Kasaba ile Meteora tepeleri arasındaki küçük yerleşimin adı da benzer bir tını taşıyor; Kastrion=Kalecik. Meteora manastırları hem yer şekilleri, hem yayılımları itibarıyla Kapadokya’nın ancak bir minyatürü olsa da, bakımlılıkları ile Kapadokya’yı ne kadar hor kullandığımızı, ne kadar bakımsız bıraktığımızı gösteriyor bize. 
 
*
 
Ertesi sabah dönüş yoluna giriyoruz; ilk durağımız Kavala. Büyükçe, şirin mi şirin bir kasaba Kavala. Kenti baştan başa kat eden Mimar Sinan’ın heybetli su kemeri kentin simgesi gibi. Kentin diğer bir simgesi de kıyıda küçük bir tepe üzerinde Mehmet Ali Paşa’nın heykeli ve ahşap evi. Evin girişinde Mısır ve Yunan bayrakları yer alıyor. 
 
Osmanlı Yunanistan’daki hatalı politikası ile Yunan isyanına zemin hazırlıyor. Başkaldırı ile başa çıkılamayınca o sırada Mısır valisi olan Mehmet Ali Paşa’dan yardım isteniyor. Mehmet Ali Paşa önce isyanı bastırsa da düvel-i muazzama ağırılığını Yunan bağımsızlığından yana koyunca ordusuyla Mısır’a dönüyor. Mehmet Ali Paşa bu nedenle memleketinde şükranla anılıyor. Ev özenle restore edilmiş iki katlı bir konak. Daha da orijinali 49 yıllığına kiralanarak “butik otele” dönüştürülen Mehmet Ali Paşa Külliyesi; çok ince bir onarımdan geçmiş olmakla birlikte özel mülk olduğundan giremiyoruz. Kavala’nın sevimli bir limanı var. Çok sayıda tekne kıyıda bekliyor. Yakındaki Taşoz Adası’na da buradan gidiliyor.   
 
*
 
Yurdumuzda yaşayan – son döneminde Balkanlar üzerinde yoğunlaşan – önemli tarihçi Heath W. Lowry’nin abidevî eseri “Osmanlıların Ayak İzlerinde: Kuzey Yunanistan’da Mukaddes Mekânlar ve Mimarî Eserleri Arayış Yolculukları’nınsa gördüğümüz Mehmet Ali Paşa Külliyesi görüntüleri ile yetiniyoruz. Lowry’nin çabası gerçekten eşsiz; bütün Kuzey Yunanistan’daki Osmanlı döneminden kalma eserleri saptayarak resimleri ve tarihçeleriyle aktarıyor. Kimisi – Kavala’da su kemeri yolundaki cami gibi kiliseye dönüştürüşmüş. Kimisi müzeye. Kimi türbeler fonksiyonlarını sürdürüyorlar; pek çok yerde Hristiyan azizleri ile Orta Asya’dan tevarüs ettiğimiz atalar kültünün sürvivansı olan yatırlar iç içe geçmiş Balkan coğrafyasında. Kimi yapılar da mezbelelik halinde. Tabîi Lowry’nin uzun bir çalışma ile önce zamanın tahrirat defterlerini sonra da yerinde yaptığı incelemelerden çok uzağız biz. Bu eserlerin çoğu Yunan taşrasının derinliklerinde yer alıyor ve ticarî bir turla ulaşmak mümkün değil.
 
Lowry’nin haklı saptaması Yunanistan’da restorasyonun bize göre çok daha kaliteli olması. Bizde eser, önemi ne olursa olsun, bir apartman inşaatı gibi ihaleye çıkıyor. En düşük fiyatı veren ihaleyi alıyor, kârını artırması tahmin edebileceğiniz gibi ucuz işgücü kullanmasına bağlı. Mesela tavan süslemeleri söz konusu olduğunda eğitim almış restoratör yerine elinden biraz boya ve resim gelen biri istihdam ediliyor. Edirne Ulu Camii’nin 15. Yüzyıldan kalma tavan motifleri bu ihale yönteminin kurbanlarından biri. 
 
Lowry, 2004’te yaptığı gezide – şimdiki harlı ekonomik kriz öncesinde – onarımı tamamlanan pek çok binanın müze görevlisi tayin edilemediğinden kapalı olduğunu kaydediyor. Atina’nın Monastiraki semtinde gördüğümüz Osmanlı eserleri restorasyonun inceliğine tanıklık ediyor; ama minareler temeline varana dek o kadar büyük bir incelikle yok edilmiş ki, yabancı bir gezginin bu binanın bir zamanlar bir minaresi olduğunu tahmin etmesine imkân yok (Ayrıca bu eserlerin ne olduğu konusunda en küçük bilgi notu yok). Selanik’teki Osmanlı eserleri hiç onarım görmemiş olmaları ile bir istisna oluşturuyorlar. Selanik artık eski günlerinden pek bir şey barındırmasa da Osmanlı eserlerini onaracak esnekliğe kavuşamamış daha. Selanik’te akşam otelimizden kente inerken saçının çevresini kazıtıp kafasının üstünde yuvarlak bir bölümü 3 numara bırakan birkaç dazlak dikkatimizi çekmişti. Siyah pantolon, siyah tişört giyiyorlar; tişortun arkasında iki başlı kartalın bir versiyonu; başların biri aslan başı. Irkçılık her yerde kötü; ekonomik dengesizlikler bu tür anakronik eğilimlerin fideliği. 
 
*
 
Kavala’dan sonra Batı Trakya’ya yöneliyoruz. Makedonya – Batı Trakya sınırını Porto Lago adını taşıyan bir lagünün üzerinden geçiyoruz; bizim Küçükçekmece, Büyükçekmece gölleri gibi. Şu farkla ki bizim göllerimiz benim ilk gördüğüm 1963 yılında bile bu kadar temiz değildi. Küçükçekmece Gölünü Denize bağlayan kıstak üzerinde atıklarını bu dar su yoluna veren bir mezbaha yer alırdı. Porto Lago ise pırıl pırıl. Ben 70’li yıllarda Küçükçekmece gölünden 50 cm’e yakın turna balıkları avladığımızı hatırlarım. Bayramda gördüğüm o günlerin tanığı bir büyüğüm daha da ilginç bir anısını aktardı: 1957’de eşi arkadaşıyla Aya Mama Deresi’nde pisi balığı avlarmış! (Bilmeyenler için Aya Mama Deresi Yeşilköy Atatürk Havalimanı ile Edirne otoyolunu bağlayan hani şu son selde onlarca kişinin öldüğü medyanın yeni mekanı İkitelli).  
 
Batı Trakya’da ilk uğrağımız İskeçe sonraki Gümülcine. Kıbrıs Çıkartması’na kadar bu bölgede çoğunluk Türklerdeymiş. Bu tarihten itibaren Yunan hükümeti bölgeye yerleşen Yunanlılara büyük kolaylıklar sağlamış. Böylece Türkler kendi bölgelerinde de azınlık durumuna düşmüşler. Gezimizin sonu Pazar gününe denk geldiğinden çarşı pazar kapalı idi. Her iki kentte de tepenin eteğinde yer alan Türk yerleşimi şimdi daha alçak kotlara yerleşen yeni Yunan yerleşiminin kıyısında kalmış. Kendisi de Gümülcine Türklerinden olan rehberimiz bizi Gümülcine Gençler Birliği’ne götürdü; bahçe içinde mütevazı bir bina. Batı Trakyalı soydaşlarımızla biraz sohbet etme imkanını bulduk, birer çay içtik. 
 
Rehberimiz Yunanistan’da Türkleri gezdirdiği gibi, Türkiye’de de Yunanlıları gezdiriyor. Atina yolunda bunu anlattığında bir an gıpta ettim kendisine; onun iki ülkesi vardı: Türkiye’yi ve Yunanistan’ın görülecek yerlerini hepimizden daha iyi biliyordu. Ne var ki sohbet ederken şöylesine geçiveren bir cümlesi bu parlak hayali bulutlandırdı: “Azınlık olmak her yerde zor!” 
 
Dedeağaç’tan yine zifiri karanlıkta geçiyoruz. Gümrükte “ne var ne yok? Bir bakalım” diyerek Free- Shop’a uğruyoruz. Girişte gördüğüm market arabaları beni hayrete düşürüyor. Gerçekten alış-veriş sonunda bu arabaları dolduranlar var! Yunanistan gezisi böylece sona eriyor. Görmeyenlere tavsiye ederim.  
This article was published under the category Uzm. Dr. Haluk Çağlayaner on 06/06/2016 13:00.