Yıllar Sonra, Kaldırımları Arşınlarken

1996’da yazdığım “Kaldırım Mühendisi’ne Mektup”a cevap alamadım. “Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden / Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden” denmişti. Kalbini kırdığımız kaldırım mühendisi de dönmedi geri: Ne o gün, ne de daha sonra. Kaldım mı yine tek başıma? Ben de başladım yeniden kaldırımları arşınlamaya, umarsızca. 
*
Seneler sonra dikkatimi çekti bir nokta: Ben kaldırıma, şekline, şemailine, şekilsizliğine bakar iken o, çevresinde yer aldığı bina ve bina adalarının soluk suretini yansıtıyordu sadece. Burada ruhsatlı binalardan söz ediyorum: Ne yazık ki, bizde verilen bina ruhsatları, muntazam, rahat yürünebilecek kaldırım yapmayı imkânsız kılıyor daha en baştan.
 
Nasıl mı? Bilenler bilir; fevkalade zorlu bir süreçtir, bina yapım ruhsatı almak. Bir zamanlar 50’den fazla belgeyi tamam etmek gerekir idi. Belki azalmıştır bugün, yine de her babayiğidin altından kalkabileceği bir iş değildir. Ruhsatsız binaların bunca artmasının mütevazı bir nedeni de bu zorlu bürokrasidir. Burada bir parantez açalım şifahî / kitabî üzerine:
*
“Osmanlıların çok başarılı oldukları alanlar olmuştur. Mimarlık, şiir, minyatür, musiki bunlar arasındadır. Osmanlı Devleti’nin esas halkı Hristiyan olan Balkanlarda 400 yıldan fazla hüküm sürebilmesi bir örgütlenme başarısıdır. Bugünkü ölçülerimizle belki Osmanlılar çok hoşgörülü sayılmazlar ama o çağda özellikle dinsel hoşgörüyü temsil ettikleri muhakkaktır. (…) Din ve dil bakımından halka bu derece uzak olan bir yönetimin Balkanlar’ı yüzyıllarca salt kılıç zoruyla tuttuğunu söylemek ne insafa ne de mantığa sığar.” (1)
 
“Bu başarılar yanında kültür hayatında bazı önemli yetersizlikler söz konusuydu. Bunlardan biri de kitap anlayışıydı. Osmanlılara göre kitap, halı gibi elle üretilmesi gereken “lüks” bir eşya sayılıyordu. Ancak varlıklı insanlar ona sahip olabilirlerdi. Matbaada basılıp herkesin ulaşabileceği harcıâlem bir şey olması arzu edilmiyordu, böyle bir talep yoktu. Eğitim büyük ölçüde kitapsız yürütülüyordu. [Batıda] matbaayı 1450’lerde Gutenberg icat etti. 1493’te Yahudiler İstanbul’da, 1495’te Selanik’te, Ermeniler 1567’de, Rumlar 1627’de İstanbul’da birer matbaa kurdular. Osmanlıların ilk matbaası 1729’da; Gutenberg’ten 279, İstanbul’da açılan ilk matbaadan 236 yıl sonra kuruldu. Fakat herhalde yine de matbaaya büyük bir gereksinim yoktu ki 17 kitap bastıktan sonra 1742’de kapandı. Duyulan gereksinme üzerine aynı matbaa 1784’te yeniden çalışmaya başladı. Dolayısıyla 17 basılmış kitap dışında, gecikmemiz 334 yıla çıkar. Matbaası olmayan bir toplumun bilim ve kültürde ileri adım atmakta ne derece zorlanacağı açıktır.” (1) Elbette sadece okuma yazma değildir eksik olan; Avrupa’da gelişen araştırma geleneği bulaşmamıştı bize. 1675’te Hollanda’nın küçük bir kentinde hali vakti yerinde bir tüccar ve belediye meclisi teşrifatçıbaşısı olan Antonie van Leuwenhoek  boş vakitlerini mercek yapımı ile geçirirken; dişinin kenarındaki birikintilere bakmak geldi aklına; günümüzde “ilk mikrobiyolog” olarak taltif edilmiştir. Bizim ise sözlerimiz meşhurdur; “eski köye yeni adet getirme!”, “icat çıkartma!” vd.
 
Çiçekçilikten ev bakımına, yemek yapımından kakmacılığa kadar günlük hayatın her türlü hurda teferruatı üzerinde basılı kitap yayınlanması, çok sayıda günlük gazete ve dergi basılması ancak 1860’larda gerçekleşti. “Kıraathane” bu geçiş döneminin kurumudur: “Dağıtımı zayıf olan yayınlar ancak belli noktalarda satılırdı. Okuma alışkanlığı hane ölçeğine henüz ulaşmamıştı. Süreli yayınlar kütüphanede de bulundurulmazdı. İşte bu sırada günlük olayların izlenip, her konuda bilgi edinilebilen, gazete, dergi vd. süreli yayınları bulunduran eğlence ve kültür mekânları açıldı; “kıraathane.”  İlk kıraathaneler yönetim ve basının odak noktası Bâb-ı âli – Beyazıt ekseninde idi, zamanla Sultanahmet’ten Laleli’ye kadar uzanan ana caddeye yayıldılar (Işın; 1994) (2). 
 
“1918’de okuma-yazma bilenlerin tün nüfusa oranının %5’i geçmediği tahmin edilebilir. 1927’de bu oran %10,7 idi.  Bana öyle geliyor ki; [Akşin; 2007], Türkiye’de okur-yazarlık oranı örneğin %20-25 dolayında olsaydı böyle bir devrim [yazı devrimi] yapmak Atatürk’ün aklına gerçekçi bir tasarı olarak pek gelmezdi” (1). 
 
Bütün bu anlattıklarımızdan şunu da istidlal etmemiz gerekmez mi? Genç Ankara hükümeti yeni devletini kurarken okur-yazar, devlet erkânı bilir insana ihtiyaç duydu. Okur-yazarın nadir-i ender ise nereden gelecekti değirmenin suyu? Elbette ki İstanbul’dan! Şunu söylemek yanlış olmayacaktır: Bir avuç idealist dışında, tefessüh etmiş Osmanlı bürokrasisi Ankara’ya “mülaki” olmuştur. Bu sindirilmesi zor gerçeği bakın nasıl doğruluyor tarih.
 
Yıl 1927. O tarihe kadar Ankara hükümetini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımaya “yanaşmamış” düvel-i muazzama bloku bölünür. İtalya ve Fransa, Britanya’nın tekelini kırarak elçiliklerini Ankara’ya taşırlar; onları diğerleri izler birer birer. [Kent plancısı] Herman Jansen, Atatürk’ün huzurundadır. Korkusuz Prusyalı sorar fütursuzca: 
 
- “Bir şehir plânı tatbik edebilecek kadar kuvvetli bir iradeniz var mıdır?” 
 
Kızar Atatürk: Memleketi emperyalist güçlerin elinden kurtarmış, bir ortaçağ saltanatını yıkarak bir yeniçağ devleti kurmuştur, devrimler yapmaktadır; böyle bir irade bir şehir planını uygulamakta mı aciz kalacaktır?   
 
Vali ve belediye başkanı Nevzat Tandoğan aynı zamanda Ankara il yönetim kurulu başkanıdır. Ne var ki, bu derece merkeziyetçi bir yönetim dahi beklenen etkin imar denetimini sağlayamaz, plan ve kural dışı yapılaşma ve arazi spekülasyonu önlenemez. Jansen’in Ankara’da en az anlaşabildiği bürokrat, plânları sık sık eleştiren ve bozan Vali Nevzat Tandoğan’dır (3). 
*
İmdi, ne kaldı geriye şu şifahî / kitabî ayırımınından? El cevap; “İşi kitabına uydurmak!” Mustafa Kemal ve arkadaşları olağanüstü bir iş başarmışlardı. Gelgelelim bir şark cemiyetinin, bir gecede bir garp cemiyetine tahavvülü her türlü tahayyülün ötesinde idi. Belki, biraz da buradan neşet eder “biz bize benzeriz” kelâmı; zira benzemeyiz içinde yer almaya çabaladığımız çağdaş medeniyet ailesinin hiçbir ferdine.  
 
Peki, 50’yi aşkın belgenin bir araya getirilmesini vazeden, Osmanlı’dan mülhem bu mufassal kırtasiye zinciri bina yapımında ne kazandırır bize? 
*
Bu soruya cevaplamazdan önce varalım 70’lerin, öğrencilik günlerimin ders kitaplarında soluklanalım; bir lahza: Bakalım ne buyurmuş müfredat?
*
Birincisi Coğrafya’dan: “Japonya deprem kuşağında yer alan bir ülkedir” Nokta! Peki Türkiye? O konuda bir şey söylenmemektedir. İkincisi tarihten: “I. Dünya Savaşı’nda müttefikleri yenildiği için Osmanlı Devleti de yenik sayıldı[!]” 
 
En kara günde dahi hiç eksilmez bu azamet. Nasıl mı? Görelim: I. Dünya Harbi Mondros Mütarekesi ile bir inkıtaa uğramış, “yüzlerce yıldır Türk vatanı olan Anadolu’nun kaybedilmesi tehlikesi” baş göstermiştir. 1919 Nisan’ında Osmanlı hükümeti Rumeli ve Anadolu’ya “nasihat heyetleri” göndermeye karar verir. Gerisini okuyalım: “Nasihat Heyeti’ni İzmir’de görkemli bir şekilde karşılamak için bütün ayrıntılara özen gösterildi. Aydın valisi İzzet Bey’in başkanlığında, kolordu kumandanı Ali Nadir Paşa, belediye başkanı Hacı Hasan Paşa, erkân-ı harbiye reisi ve polis müdüründen oluşan komisyon 25 nisan’da bir toplantı yaparak hazırlıkları görüştü. Şehzade Abdürrahim Efendi’nin ikametine Uşakîzade Muammer Bey’in yalısı tahsis edilirken, hey’et üyeleri için Esplandid Palas’da daireler tutuldu. Heyetin şerefine verilecek ziyafet için hükümet konağının koridorları halılar, seccadeler, bayraklar ve çiçeklerle süslendi. Vilayet, yaptığı açıklamada hey’etin 26 nisan günü İzmir’e geleceğini duyururken, merkez kumandanlığı da bütün subayların Basmane garında hazır bulunmalarını istedi. İzmir gazeteleri Heyet-i Nasiha’nın İzmir’de karşılanmasında uygulanacak programı yayınladılar.” Programın sadece 8. Maddesini aktarıyorum: “Zabıtaca alınacak önlemle, her sokağın başında birer polis bulundurulacak ve bu polislerin emrine silahlı birer asker verilecek. Trenin istasyona gelmesinden yarım saat önce her türlü özel araba ve yük hayvanlarının hareketleri tâtil olunacaktır.” (4) Bir ortaçağ entité’si, Osmanlı Devleti hitama ermiştir. Nitekim daha Heyet-i Nasîha’nın ikbalinin birinci ayı dolmadan, 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’i işgal eder. Son anda bile o mutantan azamet ihmal edilmemiştir. Tıpkı 1204 – 1261 Konstantinopolis Latin Krallığı’ndan sonra kurulan gölge Bizans şehir devletindeki gibi. Bugünkü koltuk – araba – geçiş üstünlüğü sevdamızı nerelerden tevarüs ettiğimiz açık değil mi? 
*
İmdi, dönelim yeniden şu iskân belgesine. Alınması neredeyse ayrı bir meslek olan belge, parselleri ifrazı ile güzergâhı boyunca 130 cm genişliği koruyacak bir kaldırıma elvermez: Ben binamın giriş katını yol kotunun 20 cm üzerinde yaparken, komşum, yol kotunun 130 cm altına inerek iki bodrum katı ve bahçe tanzim edebilir. Sorarım size; bunca insicamsız binaların oluşturduğu sokak/caddelerde nasıl inşa edilebilecektir muntazam bir kaldırım? Belediye, ezelden beri, imar ruhsatı için yeterli kapasitede garaj yapımını şart koşar. Eğer inşa etmiyorsanız garajı, ödersiniz rüsumunu sizin yerinize umumî garaj inşa edecek belediyeye. Ama her mahallede olması gereken bu “belediye garajlarından” bugüne kadar haber alan olmamıştır! 
*
Uzattık lâfı, atladık konudan konuya. Her ne kadar sürç-ü lisan ettiysek af ola. 
 
ZEYL
İki yıldır yatalak olan kayınvalidem hakkın rahmetine kavuştu geçende. Eşim Aile Hekimliği Kongresi’nden çağırdı beni. Cenaze günü evi eşim idare ediyor, bana da köpeğimiz Kırpık’ın sabah gezisi düştü. Sıcak 25°C’den 30°’a uzanıyor yavaşça. Ev eşyası taşıyan büyük bir kamyon yanaştı kaldırıma. Kan ter içindeki taşıyıcılar sordular:
 
- Burası ne caddesi? 
- Bağdat Caddesi
- Siz nereyi arıyorsunuz?
- Feneryolu’nu.
- Bir önceki sokaktan girecektiniz. 
- Demiryolu köprüsü vardı orada, kamyon geçmez altından
- Öyleyse ikinci ışıklardan sonra Halk Bankası’ndan sapacaksınız.
 
Konuşurken adamlardan biri inmiş kamyondan, ben de köpeği tutmaya çalışıyorum bir yandan, öüme bakmadan adımımı atmamla yarısı kırık bir rögar kapağına girdi sol bacağım. Allahtan adamcağız tuttu beni, kurtulduk bir yerimizi kırmaktan. Ama bacağın önyüzü rendelendi adeta. Elbette bir tetanoz aşısı yaptırmak iktiza etti, koşturarak öğle namazından önce. Eh bunca uğraşırsan kaldırımlarla budur başına gelecek diyebilirsiniz. Telefonda dert yandığım bir arkadaşım uyardı şikayette bulunmamam için; hakkımda dava açılabilirdi “kamu malına zarar vermekten”…
 
Kaynaklar
1) Akşin S. Kısa Türkiye Tarihi. XIII. Baskı. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul, 2011; 19-20, 
2) Çağlayaner H. Türkiye’de Sağlığın Çağdaşlaşması. Deomed Yayınları, 2013; 69.
3) Sarıoğlu M. “Ankara” Bir Modernleşme Öyküsü (1919 – 1945). Kültür Bakanlığı Yayınları. Ankara, 2001; 70-1.
4) Çelebi M. Hey’et-i Nasîha: Anadolu ve Rumeli Nasihat Hey’etleri. Akademi Kitabevi. İzmir, 1992; 33-5. 
This article was published under the category Uzm. Dr. Haluk Çağlayaner on 06/06/2016 13:00.