Selimiye

Sinan’ın Edirne’si;
Selimiye Neden Edirne’de İnşa Edildi?
Halûk Çağlayaner 
 
“Çıraklığımı İstanbul'daki Şehzade Camii'nde yaptım.
Kalfalığımı da Süleymaniye Camii'nde tamamladım.
Fakat bütün gücümü bu Sultan Selim Han Camii’nde sarf edip ustalığımı ayân ve beyân ettim.” 
Mimar Sinan
 
Birkaç hafta önce, bir ressam arkadaşımızın sergi açılışına katılmak üzere 40 kişilik bir grupla günübirlik Edirne’ye gittik. Gündüz bir rehber eşliğinde şehri gezecek, akşam serginin açılışına katılacaktık. Arkadaşım, benden, otobüste Edirne üzerine kısa bir konuşma yapmamı istedi. 
Gezi programımızda Selimiye, Ulu Cami, Üç Şerefeli Cami, Beyazıt Külliyesi ve Edirne Sarayı kalıntıları – tabii Kapalışarşı, Edirne’nin ciğeri, badem ezmesi – yer alıyordu. Çok sevdiğim Edirne’yi kim bilir kaç kez gezmiş, hemen her seferinde yeni bir özelliğini öğrenerek bir kez daha hayran kalmıştım. Göreceğimiz eserleri yöresel rehber anlatacaktı; peki ben otobüste, Edirne’yi gezmeye hazırlananlara ne söyleyebilirdim? 
Elbette başta Osmanlı İmparatorluğu’nun üç başkentinden biri olduğunu hatırlatmalıydım. Ulu Cami çok ayaklı (namaz alanının tavanının çok sayıda sütunla taşındığı) bir cami idi. Üç Şerefeli Cami, bu ortaçağ tasarımının terk edilerek, mihrap önünde büyük bir kubbeli hacim açan klasik İmparatorluk mimarisine geçiş denemesi idi. İzleyen Selimiye ile birlikte çok dar bir alanda 1403’ten 1575’e kadar Osmanlı mimarisinin gelişimini görebilecektik.
Peki, Selimiye için ne diyecektim? Mimar Sinan onun, “ustalık eseri” olduğunu söylemiş, sanat tarihleri Süleymaniye’den de, Sultanahmet Camii’nden de üstün bulmuşsa… Açıklanması gereken bir nokta ortaya çıkıyordu. Selimiye neden Edirne’de inşa edilmişti? 
*
Selimiye’nin inşa edildiği Edirne bugünkünden çok farklı olmalı idi. 
Önce, bulabildiğim yeni ve eski haritaları karıştırdım: Küçük ölçekli bir Türkiye haritasının bile, dikkatli bir gözle Edirne ile ilgili söyleyecekleri vardı; il merkezleri genellikle ilin geometrik merkezine yakın bir noktada kurulu iken, Edirne şehir merkezi ilin iyice kuzeybatısına itilmiş gibi idi. Bu merkezkaç konumun nedeni neydi? 
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda sanayi ülkeleri karşısında gerileyen, yenilgiye mahkûm İmparatorluğun parçalanması Osmanlı’nın Edirne vilayetini de parçalamıştı; Osmanlı Edirne’sinin bir bölümü Yunanistan’da, bir bölümü Bulgaristan’da kalmıştı. Bir başka deyişle şehir merkezinin tabii ardalanının (hinterland’ının) üçte ikisi bugün sınırlarımızın dışında idi. Bu ardalan gerçekliğini 80’lerin sonunda fark etmiştim. Geçici bir görevle Edirne’de idim. Şehri ve çevre ilçeleri enine boyuna gezme fırsatım oldu. Bugün Makedonya Kulesi etrafındaki sürdürülen kazılar henüz başlamamıştı. Muradiye’de, Dar-ül Hadis’te… Başka yüzyıllara ayakbastım. Büyük Sinagog hala ayaktaydı. 
Sevgilime hep bir şeyler aradım. O sırada, şehirde yerleşimin cesameti ile orantısız, çok sayıda kuyumcu olduğunu farkettim. Kuyumcuların bazılarında – İstanbul’un Kapalıçarşı’sında göremediğim – çok zevkli işler vardı. Birbirini tamamlayan, ortadan ikiye ayrılmış ama bir noktada hala birleşik zarif bir madalyon buldum. Keseme uygundu. İki zincir alıyor, madalyonu sevgilinize götürüyordunuz. Ortadan kırdığınız madalyonun yarısını o, yarısını siz takıyordunuz. 
O tarihte doğru dürüst oteli daha olmayan bu küçük şehirde nasıl olup ta bu kadar çok kuyumcu olduğunu merak ettim: Meğer sınır ötesinden, özellikle Yunanistan’dan günübirlik alışveriş için Edirne’ye çok gelen olurmuş. Hatta Yunan hükümeti bunu önlemek için İpsala sınır kapısını kapamayı dahi denemiş bir ara.  
*
Bunları anlatmaktaki amacım uluslar arası antlaşmalarla belirlenmiş sınırları tartışmaya açmak değil elbette. 
Sadece, Selimiye’nin inşa edilmesinin bize sessizce söylediği, o tarihte, şehrin bu muazzam eseri bünyesinde barındıracak – dolayısıyla zamanın İstanbul’u ile boy ölçüşecek – müthiş bir çekim merkezi olduğudur. Öyleyse bu koşulları elimizden geldiğince anlamaya çalışalım.
*
Selimiye Camii 1568 – 1575 yılları arasında inşa edilmişti; o sırada Mimar Sinan İstanbul’da Süleymaniye’nin inşatını bitirmiş, (bu iki büyük eserin arasına da küçük bir mücevheri; Sokollu Mehmet Paşa Camii’ni sıkıştırmıştı; İstanbul’a, Sultanahmet’e yolu düşenler meydanın uzağında olmayan bu az bilinen eseri mutlaka görmeliler) 80 yaşını aşmıştı, II. Selim ise saltanatının son yıllarını yaşıyordu. Camiinin 27 Kasım 1574 Cuma günü açılması planlanmıştı; ne ki, II. Selim adını ölümsüzleştirecek eserin açılışında bulunamadan vefat etti. Camii, bu nedenle ancak 14 Mart 1575’te ibadete açıldı. 
*
Edirne 1361’de I. Murad döneminde – kale içinde oturma hakkı Hristiyan ahalide kalmak üzere – Türk yönetimine geçmişti. Türkler kale çevresinde yeni mahalleler kurdular. Edirne’nin başkent olabilmesi için 1367’yi beklemek gerekecekti. Bu ara dönemde; (1361 – 1367) Sultan I. Murad Han o sırada ikamete uygun bir saray bulunan Dimetoka’da (Didymόteicho) kalmıştı. Ne yazık ki “Dimetoka Sarayı”nın neye benzediğini bilemiyoruz. Zira, 1605’te İstanbul ve Edirne çevresini etkileyen, şiddeti ve süresi (45 gün) nedeniyle “Kıyamet-i Sugra” (küçük kıyamet) olarak anılan deprem sırasında yıkılmış (1, 2, 3).  
Ulu Cami 1403 – 1414’te, Üç Şerefeli Cami 1447’de inşa edildi. (Yüzyılların tahribatı zaman, zaman yapıların onarımını gerektiriyor, bu arada kimi orijinal özellikler ortadan kalkabiliyor: Vakıflar İdaresi’nin Ulu Cami’de yürüttüğü son yenileme bir kubbede rutubetle tahrip olan, geç Osmanlı dönemine özgü tezyinat kaldırıldığında, muhtemelen XV. Yüzyıl başından kalma fevkalade sade 12 servi motifi bulundu; yolunuz düşerse kaçırmayın). 
*
1453, Edirne’nin önemini azaltmış görünmüyor. Bizim kısıtlı gezi programımızdaki eserlerden II. Beyazıt Külliyesi 1484 – 88’de inşa edilmişti. 1477’de, İstanbul kadısı Muhyiddin’in yaptırdığı sayıma göre nüfus ancak 60 – 70 bin idi (İstanbul’un nüfusu fetih sırasında 45 – 50 bin kişiyi aşmıyordu; bunu açıklamak için 1204’e gitmek gerekir ki bu da başka bir yazının konusudur) (4). İstanbul’un nüfusunu artırmak için zorunlu iskâna başvuruluyordu. Bir başka deyişle Edirne o tarihte çok daha cazip bir yerleşim merkezi iken bazı insanlar “ömür boyu mecburi hizmetle” İstanbul’a gönderiliyorlardı. İstanbul’daki Aksaray, Çarşamba gibi semt adları bu zorunlu iskânı hatırlatır bize.
1568’te – Selimiye’nin inşasının başladığı tarihte – İstanbul’un alınışının ve başkent oluşunun üstünden bir asırdan fazla zaman geçmişti. Bu süre zarfında günlerinin çoğunu İstanbul’da geçiren II. Beyazıt ile Edirne’ye hiç uğramayan III. Murad bir yana bırakılırsa, padişahların çoğu zamanlarının önemli bir bölümünü Edirne’de geçiriyorlardı. Fatih, Yavuz, Kanunî bunlardan sadece bir kaçıdır. Avrupa seferlerinin önemli bir bölümü Edirne’de hazırlanıyordu. Kanunî devri şehrin en çok gelişim gösterdiği dönem oldu (1).   
*
 
Dr. Rıfat Osman
 
Edirne Sarayının bugünkü şeklini alması kuşaklar boyunca sürdü. Sarayın en çok büyüyüp geliştiği dönem Kanunî zamanı idi. 1699 Karlofça Anlaşması ile Osmanlı toprak kaybetmeye başlayınca şehrin kaderi de başaşağı gitti. 1876 Osmanlı – Rus Harbinde şehrin düşman eline düşeceği anlaşıldığında, Saray, içinde saklanan cephanenin düşman eline geçmemesi için berhava edildi (5). 
Nihayet yazımızda fotoğrafı ve 1924’te yaptığı suluboya Edirne Sarayı çizimi yer alan Dr. Rıfat Osman’dan (Soldaki Resim) söz etmemek olmaz. 1894’te Röntgen Almanya’da X ışınlarını keşfettiğinde Mekteb-i Tıbbiye öğrencisi olan Rıfat Osman bu keşfi arkadaşı Esat Feyzi ile Fransızca bir dergiden öğrenir. İki meraklı genç, bir Crookes tübü, bir Rumhkoff bobini ve kuvvetli bir elektrik bataryası ile X ışını elde ederek er Boyabatlı Mehmet’in sağ el bileğindeki kemikleri ve kurşun parçalarını gösterdiler (1897). Röntgen ile ilgili ilk Türkçe bilimsel yazı 1315/1899’da Nevsal-i Afiyet’te yayınlandı. Bu, aynı zamanda dünyada röntgen ışınlarının harp cerrahisine ilk uygulanışı idi. Yıldız Hastanesi’ndeki X ışını incelemeleri bir ihbar üzerine durduruldu, iki öğrenci 15 gün tutuklu kaldılar, suçsuzluklarının anlaşılması üzerine 15’er lira ihsan-ı şâhane ile serbest bırakıldılar (5).
 
Dr. Rıfat Osman 1904’te Edirne Hastanesi’nde “iç hastalıkları ve röntgen şua uzmanı” olarak görevlendirildi. Edirne Sarayı’nın yıkıntısı onu çok üzdü. “Edirne Sarayı” kitabı ve Sarayın suluboya resmi (Aşağıdaki Resim) bu ilginin meyvesidir. Kitap ancak 1957’de Süheyl Ünver’in himmetiyle Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanır.
 
Günümüzde Edirne Sarayı’nda hummalı bir restorasyon çalışması sürüyor. Birçok yönden Topkapı Sarayı’nı andıran yapılar bütünü herhalde birkaç yıl içinde oldukça anlaşılır biçimde ortaya çıkacak. Bizim gezdiğimiz tarihte bir binanın yarı yarıya yıkılmış duvar ve kubbelerinin onarımı sürüyor, yapılan kazılarla sarayın kapıları ve kimi binalarının kalıntıları da ortaya çıkarılmış bulunuyordu. 
“Kazı” dedim. Evet, “Saray-ı Cedid-i Amire’yi defalarca öylesine su basmıştı ki akarsuyun sürüklediği toprak kimi yerlerde zeminden bir metreye ulaşan bir birikinti yaratmış. Sinan mesleğine istihkâmcı olarak başlamıştı. Gençliğinde ordunun gittiği yerlerde akarsuların emniyetle geçişini temin onun sorumluluğunda idi. 80 yaşına geldiğinde İmparatorluğun her tarafında imzasını taşıyan sayısız eserin sahibi idi. Selimiye’yi yaptığı dönemde Saray da onun sorumluluğunda olmalı idi. Bir başka deyişle Sarayı ve Edirne’yi “su basması”na Sinan’ın izin vermesi bana mümkün görünmedi. “Baskınları önlemek üzere bir bentler manzumesi inşa etmiş olmalı” diye geçirdim aklımdan. Ne var ki gerçek bambaşka idi. Sinan zamanında ya da başka bir tarihte inşa edilmiş bent izine rastlayamadım. Meğer gerçek şu imiş ki II. Selim zamanına kadar Meriç ve Tunca nehirlerinin yatakları derin olduğundan şehri sel basmazmış. Bu tarihe gelindiğinde yüzyıllardır taşınan alüvyonlar nehir yataklarını sığlaştırmış ve yavaş, yavaş baskınlar başlamış. Öyle görünüyor ki bu baskınları önlemek, - en azından denetlenebilir düzeye getirmek için – iki tarak gemisi ve bir miktar bütçe gerekiyor. Elde edilecek humuslu toprak ta değerlendirilmeyi bekliyor. Bu arada komşu ülkelerle birlikte akarsuları denetim altına almak için bir anlaşma ve ortak yatırım yapmanın vakti gelmedi mi?
 
Edirne Sarayı
 
Bu mütevazı araştırmam izlediğim bir belgesel ile noktalandı: Mütebahhir araştırmacı Necdet Sakaoğluya göre Mimar Sinan Büyükçekmece Köprüsünü özenle inşa etmişti, zira, yapı “iki başkenti, İstanbul ile askerî başkent Edirne’yi bağlıyordu”.
 
Yararlanılan Kaynaklar: 
1) Tuğlacı P. “Edirne” maddesi Osmanlı Şehirleri. Milliyet Yayınları, İstanbul, 1985; 102 – 11.
2) Tuğlacı P. “Dimetoka” maddesi Osmanlı Şehirleri. Milliyet Yayınları, İstanbul, 1985; 338 – 9.
3) Osman R. (yayınlayan Ünver S.) Edirne Sarayı. TTK Yayınları, 2 . Baskı. Ankara. 1989; 11, 
4) Babinger F. Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı. İstanbul, Oğlak Yayıncılık 2002; 305, 87.
5) Tosyavizade Dr. Rıfat Osman Hayatım ve Hatıratım “Dr. Rıfat Osman’ın Öğrencilik ve Gülhane Anıları” (1879 – 1921) Çeviren: Dr. Ratıp Kazancıgil. GATA Basımevi Ankara. 1998; 64–7, 112.
This article was published under the category Uzm. Dr. Haluk Çağlayaner on 06/06/2016 13:00.