Selanik

Bu yaz, ailevî nedenlerle yerimizden kımıldayamadık. Ancak iki hafta önce eşimle kısa bir Yunanistan gezisi yapabildik. İzleyen birkaç yazıda gezi izlenimlerimi aktaracağım. 
 
Bir Salı akşamı İstanbul’dan yola çıktık. “Bütün yollar Roma’ya çıkar” sözünü duymayanımız yoktur. Roma’yı Yeni Roma’ya (İstanbul) bağlayan Via Egnatia Selanik üzerinden Arnavutluk’un ikinci büyük kenti Draç (Durrës, Durazzo) limanına ulaşır, buradan gemi ile İtalya’nın Brindisi limanına geçilirdi; 200 km (124 deniz mili), buradan başlayan Via Appia’da yeni başkenti Roma’ya bağlardı.  Tabii bu güzergâh Roma’ya ulaşan yollardan sadece birisi idi. Selanik, Balkanlar’ın Akdeniz kıyısının merkezidir; bir başka deyişle Balkanlar Selanik’in ticarî ardalanını (hinterland) oluşturur. Doğu – batı, kuzey – güney doğrultusunda yolların kesişme noktasındaki kent, önemini tarih boyunca korumuştur. 
 
Yolun büyük bölümünü zifiri karanlıkta, çoğu kez uyuyarak geçirdik. Çarşamba sabahı gezimize kentin en yüksek noktası Yedikule’den başladık. Buradaki iç kale 6 köşeli; muhtemelen İstanbul’daki Yedikule’ye nazire olarak bu adı almış (Yeni Türkü’nün uyarladığı türkü de buradaki “Yedikule Zindanı”ndan söz eder). Bu noktadan denize uzanan surlar Kanunî zamanında yapılan Beyaz Kule’ye kavuşurmuş. Sahil surlarının bitiminde kentin güneydoğusunda da Beyaz Kule’nin bir eşi yer alırmış. Surların büyük kısmı, 19. Yüzyıldaki Osmanlı modernleşmesi sırasında – hemen hemen Galata surları ile aynı zamanda – yıkılmış (Pek çok dilde yaygın olarak kullanılan bulvar, boulevard sözcüğü Felemenkçe sur anlamındaki bollwerk’ten gelir. Ortaçağ bitiminde pek çok Avrupa kentini çevreleyen surlar yıkılarak yerlerine bulvarlar açılmıştır; Ringstrasse).   
 
Yedikule semti İzmir yangını gibi şehri kasıp kavuran 1917 Selanik yangınından, şehir planlamacıları, mimar ve müteahhitlerin elinden kurtulduğundan günümüzde kentin Osmanlı günlerinden tınılar taşıyan ender birkaç noktasından biri. Surların dışında Mevlanekapı’da olduğu gibi surlara paralel bir servi dizisi uzanıyor. 
 
Surların doğusunda kuzeyden güneye doğru sırasıyla Rum, Musevî ve Müslüman mezarlıkları yer alıyormuş. Mişli geçmiş kullanıyorum; zira bugün kentin doğusunda mezarlık arazisinin büyük bölümünü – Yunanistan’ın en büyük üniversitesi Aristo Üniversitesi ile Makedonya Üniversitesi’nin nerdeyse sonu gelmez yapıları kaplıyor. II. Dünya Savaşı’nda Almanlar kentte yaşayan 50.000 Yahudiyi Auscwitz’e nakletmişler… Naziler canlı Yahudilerle ilgileniyorlarmış; Yahudi mezarlığını ortadan kaldırmak ta “durumdan vazife çıkaran” işbirlikçilere nasip olmuş: Buldozerlerle mezarlığı yok ederek mermerleri inşaatta kullanmışlar. 
 
Günümüzde nüfusu 1.000.000 olan Selanik’in bir diğer adı da ortak-başkent (co-capital). Makedonya ve Trakya Bakanlığı Selanik’te, Osmanlı’dan kalma vilayet binasında yer alıyor. Yunan bakanlar kurulu senede en az bir defa Selanik’te toplanıyor. 
 
*
 
 Yedikule’den sonraki durağımız kentin koruyucusu Aya Dimitrios’a adanan kilise oldu. II. Murat kenti aldıktan sonra camiye çevrilen kilise bugün tekrar kiliseye dönüşmüş; daha doğrusu ilk yapının kalıntıları yanında yeni bir bina yapılmış. Otobüste buluşmamıza 10 dakika kalmıştı, kilisenin güneyinde ağaçlık park tatlı bir meyille aşağı iniyor, parkın ötesinden müzik yayını ve konuşmalar geliyordu. Bir gidip bakalım dedik; Yunan Komünist Partisi’nin yürüyüş kolu ile karşılaştık. Meğer o gün genel grev varmış. Ama ortada ne polis gördük ne de barikat; ileri demokrasi ulaşmamış buraya daha. Otobüse döndük, bizim bulamadığımız polisi rehberimiz bulmuş ve sormuş; 
 
- “Siz grev yapmayacak mısınız?”      
 
- “Hayır.” Demiş polis memuru; “bizim grev yapmamız yasak, biz, kendimizi asacağız!”
 
*
 
Bir sonraki durağımız Beyaz Kule küçük bir müzeyi barındırsa da kapalı olduğundan gezemiyoruz. Ortaçağ Batı Avrupası’nda Yahudilerin sürülmesi 1290’da İngiltere’de başlıyor. 16 yüzyılın ortasında Yahudilerin tümü Polonya’ya ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarına yollanmışlar (Hitler ve benzerleri ortaçağı tekrarlardı). 1492’de İspanya ve Portekiz’den sürülen Yahudileri II. Beyazıt Osmanlı topraklarına kabul ediyor. Endülüs Emevî Devletinin, modern Avrupaya elveren ileri bir uygarlığı var. Kurtuba (Kordoba) kütüphanesi o sırada dünyanın sayılı kütüphanelerinden biri. Antik eserler İber yarımadasındaki nüshalar Latince’ye çevrilerek aktarılıyor Avrupa’ya. Avrupa’da bilimin ve üniversitelerin gelişmesi bundan sonradır. İspanya’nın Müslüman ve Yahudi ehil işgücünü yurtdışına kaçırmamasını salık verenler – çoğu zaman olduğu gibi – fanatiklere söz dinletemişler.  
 
Selanik’i alan II. Murat’ın Yahudi bir çevirmeni var, ondan sonra tahta geçenler Yahudi hekim ve bankerlerle çalışıyorlar. 1492’de Selanik’te bulunan Fransız ajanı Nicholas de Nicholay gelenlerin arasında her iş kolundan insanlar olduğunu ve Türklere, Hristiyanlığın büyük kaybına yol açacak şekilde bilgi aktardıklarını (silahlar; top çeşitleri, arkebüz, barut). Sonuçta 1494’te İstanbul’da, 1496’da da Selanik’te Osmanlı topraklarındaki açılan ilk matbaalarda İbranice, İspanyolca, Yunanca, Latince eserler basılmış; ama yasak olduğundan Osmanlıca basılamamış. 
 
Osmanlı İmparatorluğu 16. Yüzyılda gücünün zirvesinde iken Avrupa’da başında – bizde Şarlmayn olarak tanınan – V . Charles’ın bulunduğu Kutsal Roma İmparatorluğu bulunuyor. Ne “kutsal”, ne de “Roma imparatorluğu” olmasa da – bu, Osmanlı karşısındaki en büyük güç; Almanya, Hollanda, Avusturya, İspanya, Sicilya, Napoli, Meksika ve Peru’ya hükmediyor. Buna karşılık Osmanlı gücü de Macaristan’dan Yemen’e, Cezayir’den Bağdat’a kadar yayılıyor. 
 
*
 
Bir sonraki durağımız Mustafa Kemal’in doğduğu ev. Büyük bir onarımda olduğundan ancak çevresini görebiliyor, bir dükkândan hatıra eşyası alıyoruz. İki ülkenin tarihi iç içe geçmiş; bugünkü Türkiye’ye hayat veren Mustafa Kemal Osmanlı’nın 1912’de yitirdiği Selanik, bugünkü Yunanistan’ın şekillenmesinde büyük rolü olan Elefterios Venizelos ise 1913’te büyük güçlerin yardımıyla geçici bir “Yunan Ada Devleti”nin kurulduğu Girit doğumlu. 
 
*
 
Selanik, Osmanlı döneminde önemini koruyor, 19. Yüzyıl sonunda “Makedonya sorunu” nedeniyle önemi artıyor. Kentteki Yahudi Müzesi’ni gezmek yararlı olabilir mi? İnternetten öğrendiğim kadarı, indirdiğim harita yardımıyla Langada (Yağcılar) semtine gidiyoruz.  Burası bizdeki Unkapanı, Yağkapanı gibi limana en yakın semt. Çok eskiden kentten ayrı iken sonradan birleşmiş. Elimizdeki haritanın yetersizliğinden, sorduklarımız da pek müphem tarifler verdiğinden bir iki sokak yaklaştığımız – muhtemelen kapalı bulacağımız – müzeye ulaşamıyoruz. Ama yine de kazançlı çıkıyoruz! Birkaç kez yürüyüşçülerle kesiştiğimiz yol boyunca bugüne kalabilmiş pek çok Osmanlı eseri görüyoruz: Hamza Bey Camii, Bezesteni (bezistan = bedesten). Paşa Hamamının önündeki kafenion’lardan (kahve) birinde mola veriyoruz. Yol boyunca muhtemelen 1912 öncesine ait tek ya da iki katlı dükkânların arasından geçiyoruz. İsteyen yürüyor, isteyen bizim gibi yürüyüş kolunun içinden geçip karşı sokağa atlıyor; polis çemberi yok. Bu yapıların üstünde – uzaktan bedesten’e işaret eden kahverengi tabela hariç – hiçbir dilde hiçbir ibare yer almıyor; onları duruşlarından tanıyoruz; Osmanlı mimarisine aşina olmayanlar bu konuda bizim kadar şanslı olmayacaklar. Yapıların isimlerini nasıl yazabildiğimi aşağıda aktaracağım. Dönüşte Kordon boyuna yaklaşırken sokak tabelasına dikkat ediyorum; Morgenthau Sokağı. Muhterem, Birinci Dünya Savaşı sırasında Dersaadet’teki Birleşik Devletler elçisi değil miydi yahu? Burada ne arıyor? (Burada tarih kitabı yazmıyoruz, gezmeye geldik). Karşıdan baştan aşağı kapkara çarşafa bürünmüş dört rahibe geliyor; Allahım ben bu manzarayı nereden hatırlıyorum? Diye insiyaki olarak irkilerek bakıyoruz. Onlara baktığımızı gören en genci kalimera! (günaydın) diyerek avuç açıyor, ne yazık ki bizde iş yok. 
 
Beyaz Kule’deki buluşma saatine 20 dakika var. İzmir’in – koruyamadığımız – eski Kordonunun bir eşi olan sahil caddesindeki kahve zincirinde bendeniz; prostatzede dede mecburi bir mola veriyorum; alışveriş etmezseniz tuvaletin kapısını açan şifreyi vermiyorlar: Başarıları çok satan kitaplara konu olan bu çokuluslu kahve zinciri de grevi yasaklamış; çalışanlar protestolarını şifre ile iletiyorlar;  “14-53”. Bu zorunlu durağın bir de keyifli tarafı var. Kahveci, 1,5 cm kalınlığında yekpare camla – sabahleyin eşimin beni içeri girmekten alıkoyduğu – büyük bir kitapçıdan ayrılmış. Bu sefer içeri dalıyorum, meramımı anlatınca kitapçı bana aradığımdan da iyisini sunuyor: “Salonica City of Ghosts: Christians, Muslims and Jews 1430 – 1950” Mark Mazower, Harper Perennial. İsim yabancı gelmiyor; neden sonra kimi kitapların kaynaklarından hatırladığımı fark ediyorum. Yukarıdaki bilgilerin önemli bir bölümünün kaynağını da böylece belirtiyorum. Nesnel bir dille yazılmış 520 sayfalık kitap bir hazine gibi; yarısı gezide bitiriyor. 
 
*
 
Devirler devirleri izlemiş, birinin yaptığına öteki gelip el koymuş, onu sürmüş. Kente hâkim olmuş.  Ama bu kentte hayaletler dolaşıyor. Ne yapılsa, ne edilse de bir önceki hâkimden bir şeyler kalıyor. Küçük ve bize uygun bir örnek vermek gerekirse, zamanında Selanik’in tıpkı Bursa, Edirne, İstanbul gibi bir kapalı çarşısı varmış, kent 1912’de Yunanlıların eline geçtiğinde fanatik milliyetçiler şehrin siluetini oluşturan minarelerle beraber kapalı çarşıyı da yıkmaya başlamışlar. Neyse ki sivri akıllı bir kent planlamacısı çıkıp “hepsini yıkmayın, küçük bir bölümü kalsın; eskiye dair bir fikir verir!” demiş, Nasıl oldu ise sözünü dinletebilmiş. Kentin en önemli antik mabedi çok tanrılı dinlerden kalma abidevi Rotonda. Bütün minareler yıkılırken sıra – Osmanlı zamanında camiye dönüştürülen – Rotonda’ya geliyor; ne mutlu bir tesadüf ki o sırada burada kazı yapmakta olan aklı başında bir Yunan arkeoloji profesörü varmış; “önce beni öldürün, sonra minareyi yıkarsınız!” diyerek yıkımı önlüyor. Rehberimiz kentte ayakta kalan bir minare daha olduğunu söylediyse de onu görmek kısmet olmadı. 
 
*
 
Kentin merkezinde, deniz kenarında yer alan Aristo Meydanı’nda bir sinema salonu görüyoruz; pek yakında oynamaya başlayacak filmin siyah-beyaz afişleri; “1923 Symirna; Kozmopolit Bir Şehrin Sonu”. Eh, burada toplanarak Selanik üzerinden Anadolu’ya göçenleri anlatmak cesaret ister; üstelik “gişe” de yapmaz. 
 
*
 
1912 ertesinde Selanik’teki Türkler peyderpey Anadolu’ya göç ediyorlar. “Sürgün travması Selanik tarihinde bildik bir nakarat” diyor Mazower. Ben de izin verirseniz Türkler kenti aldığında sürülenlerin akıbetine değinip ağzınızın tadını kaçırmayayım. 1917 yangını İmparatorluk yıkılırken Türklerin yanında yer alan Yahudi azınlığı büyük ölçüde mülksüzleştiriyor. II. Dünya Savaşı da, Mübadele’de Türklerden arındırılan kenti, Yahudilerden arındırıyor. Böylece Grek Selanik’in kuruluşu tamamlanmış oluyor. 
 
*
 
Hayaletler nerede? Bunu layığınca bilebilmek için Türk dilinin genel kabul görmüş bir etimolojik sözlüğüne sahip olmamız gerekli. Benim Mazower’ın kitabında gördüğüm kadarıyla dilimizdeki İspanya, (İ)talyan, portakal (Portukal), pan d’Ispanya (yumurta, şeker ve undan yapılan bademli sünger gibi gözenekli kek), vapur (vaporiko), veranda (verandado) kelimelerinin dilimize Selanik’te yerleşmiş olabilir. Bu tabii, sadece bir tahminden ibaret; kanıtlanmaları için uygun bilimsel çalışmaların yapılması gerekli. Hafta’ya Atina’da buluşmak üzere.    
This article was published under the category Uzm. Dr. Haluk Çağlayaner on 06/06/2016 13:00.