Roma Alla Turca

Roma, en çok gezilen dünya şehirlerinin başında geliyor. Roma hakkında yazarken bilinenleri tekrarlamak kaçınılmazdır. Bu yazıda Roma’ya İstanbul’dan bakmaya çalışacağım.Metro kazıları İstanbul’un tarihini çok gerilere taşıdı. Bu eski yerleşim, Romalılar onu ikinci başkent; Nea Roma (Yeni Roma) ilan edince bir dünya kenti statüsü kazanmıştı.
 
İstanbul’un lodos’u, poyraz’ı vardır: Roma’nın kışın kuzeydoğudan esen soğuk tramontana’sı, yazın güneybatıdaki Tiren Denizi’nden sen serin ponente’si. Her iki şehir de yedi tepe üzerine kuruludur. Tiber Nehri kıyısındaki Roma’nın denize uzaklığı 24 kilometredir. Devasa imparatorluk sağlam bir yol ağına dayanır; zamanında “Bütün yollar Roma’ya çıkardı”.
 
Yeni başkenti Roma’ya bağlayan Via Egnatia Sultanahmet’te Yerebatan Sarnıcı’nın önündeki su terazisinin dibindeki million taşından başlar, Divanyolu, Beyazıt, Aksaray, Cerrahpaşa, Samatya, Yedikule, Yenimahalle… Edirne, Selanik’ten geçerek Arnavutluk’taki Durazzo (Draç) limanına ulaşırdı. Gemi ile Adriatik Denizi’ni geçen, İtalya’da  Rimini’ye çıkan yolcu ve yükler Via Flaminia ile Roma’ya varırlardı.
 
Roma’daki gezimize Yedikule’de surları terkeden yolun Porta del Popolo (Halk Kapısı) ile Roma şehrine kavuştuğu Piazza del Popolo’dan (Halk Meydanı) başladık. Havuzun ortasında büyük heykel kompozisyon, tepesinde Mısır’dan getirilmiş bir dikilitaşı taşıyordu. Bu görkemli meydandan başlayan Via del Corso eski Roma’nın kalbinde sonlanıyordu. Önce, meydanın doğusundaki tepede, resim koleksiyonu ile ünlü Villa Borghese’nin yer aldığı Pincio Bahçeleri’ne yöneldik.
 
Burada bizi iki süpriz bekliyordu: Uzun bir rampayı aşıp, kimi kez yolu kaybederek ulaştığımız Villa Borghese – daha kitaba, internete girmese de – ziyaretçilerini randevu ile kabul etmeye başlamıştı. Roma’ya bahar gelmiş, erguvanlar açmıştı. Günlerden Pazar’dı. İnsanlar adım başı heykellerle süslü Park’a yayılmıştı, bir tek Machiavelli heykelinin burnu kırılmıştı.  Parkın her köşesinde hiç te fena çalmayan müzisyenlerin notaları havaya karışıyordu.
 
Bir düzlükte minyatür bir kaleyi andıran bir yapıyı bizi bekliyordu: 1927’de Taksim Anıtı’nı yapan heykeltraş Pietro Canonica’nın müze evi. Atölyesini, kütüphanesini, yaşam mekanını, aralarında Sakarya Savaşı, İzmir’in Kurtuluşu kompozisyonları ile Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Ali Fuat Paşa’nın büstleri bulunan eserlerini gördük. Müze’nin kitabı yoktu ne yazık ki, Canonica kitabı ise şehrin öbür yanındaki gidemeyeceğimiz bir kitapçıda idi.
 
Piazza di Spagna’yı (İspanyol Merdivenleri) buradaki Fontana della Barcaccia’yı malum Fontana di Trevi’yi (Aşk Çeşmesi)ni gördük. Küçük bir sokakta bezeli dondurması ile San Crispino bizi bekliyordu.
 
Via del Corso’dan Venedik Meydanı’na yöneldik. 476’da Batı Roma yıkıldığında girilen uzun, karanlık dönemde papalık otoritesini kabul ettirmişti. Piazza Colona’daki başbakanlığı barındıran Chigi Sarayı’nın önünden geçtik.
 
Papalık askeri güçler karşısında pek çok kez boyun eğmek zorunda kalsa da kalıcı olmayı başardı. 15. ve 16. yüzyılda harap, hummaların kol gezdiği bataklık ortaçağ Roma’sını yüceltecek Rönesans’ın en önemli hamisi oldu. 1798’de Napoleon kente girerek Cumhuriyeti ilan etti. 1814’te Napoleon yenildiğinde İtalyan milli uyanışı da başlamıştı: Cavour’un diplomasisi, Garibaldi’nin kahramanlığı, Piemonte kralı Emmanuele’in liderliği 1860’da İtalyan birliğini sağladı.
 
Biz de Vittorio Emanuele Anıtı’na ulaştık. Anıt, bulunduğu Meydan’a adını veren Venedik Sarayı’nın yakınında. Bir zamanlar Venedik Cumhuriyeti’nin papalık nezdindeki elçiliği olan Saray, XX. yüzyılın başında Mussolini’nin karargahı olmuş; “Duçe”, taraftarlarına girişin üzerindeki balkondan hitap edermiş. Saray bugün zengin bir müzeyi barındırıyor. Cephesinde alçak kabartma ile Venedik bayrağı; ön ayağını bir kitabın üzerine koymuş aslan yer alıyor. Venedik bayrağı, tanıdığım ilk ve şimdilik tek “modüler” bayrak; zira savaş zamanında kitabın yerini kılıç alırmış.
 
Venedik ve Cenova Osmanlı’nın ilk temas kurduğu Batılılar. Piyasa, mostra, rampa, banka, bilanço, reçete, sedye v.d. de o günlerin sesli tanıkları.
 
Cavour Meydanı’ndaki pansiyonumuza döndük. Yıkanıp dinlendikten sonra küçük bir lokanta da bir şişe Sicilya şarabı ile şımarttık kendimizi. Dikkatimizi çeken şekeri ve tuzu bizden çok daha az kullanmaları oldu. Bu, belki de neden fazla şişman insan görülmediğini kısmen açıklayabilir.
 
*
 
İkinci gün erkenden Kolezyum’a vardık. Amfitiyatro bir mühendislik ve mimarlık harikası. Şimdi, yapının orijinal hali hakkında bir fikir vermek için bodrum duvarlarının üzerindeki zeminin bir bölümünün restitüsyonu yapılıyor. Kolezyumu gezdikten sonra antik Roma kentini baştan aşağı katedecek gücü bulamadık kendimizde. Bir arabaya atladık, bir şeyler atıştırdıktan sonra Pantheon’a yöneldik. İ.S. 125 yılından kalma bina en iyi korunmuş Roma yapısı. Çapı 43 metre, kubbenin yüksekliği de bunun tam yarısı. Bir başka deyişle tam bir yarım küre. Bu etkileyici atmosferi koronun o sırada başlayan a capella konseri tamamladı. Akustik olağanüstüydü.
 
Sırada Navona Meydanı vardı. Buradaki Bernini’nin Fontana dei Quattro Fiumi (Dört Nehir Çeşmesi)si beni en çok etkileyen heykel oldu. Dört kıtadaki dört nehri Tuna, Ganj, Nil, Rio de la Plata’yı simgeleyen heykel üzerinde yine bir Mısır dikiltaşı vardı (artık dikilitaşları saymayı bırakmıştım). Meydan boyunca suluboya ve karakalem resimler satılıyor. Burada    bir kahve içip soluklandık. Her yer öğrenci kaynıyor; müzeler haftası nedeniyle büyük öğrenci grupları şehri geziyor.
 
Batıya yönelerek kentin en özgün noktalarından birine, Campo di Fiori (Çiçek Pazarı)na ulaştık. Meydana açılan sokakların bazılarında ortaçağdan kalma evler yer alıyor. 16. yüzyılda Karşı Reform sırasında burada diri diri yakılan Giordano Bruno’nun heykeli meydanın ortasında.
 
Ara sokakları izleyerek Lungotevere (Tiber Nehri Kıyısı)na çıktık, güneye yöneldik. Parislilerin aksine Romalılar Nehirle çok ilgilenmemişler sanki. Ancak el değmemiş Isola (Ada) bir masal ülkesi gibi görünüyor; veba salgını sırasında burada açılan hastane hala faaliyette. Isola hizasında bir kez daha bitkin düşüyor, odamıza dönüyoruz.
 
Yıkanıp biraz kestirdikten sonra Temyiz Mahkemesi’nin büyük ve ihtişamlı binası yer aldığı Cavour Meydanı’na çıkıyoruz. Kıyıya yönelerek Castel Sant’ Angelo’ya varıyoruz. İç içe üç kaleden oluşan tabya ortaçağ askeri mimarisinin mükemmel bir örneği. Hemen önünde kentin en gösterişli köprüsü yer alıyor: Bernini ve öğrencilerinin heykellerinin süslediği Ponte Sant’ Angelo. Papa, II. Beyazid’dan aldığı yıllık karşılığında Cem Sultan’ı burada alakoymuş. Kalenin tepesi şehrin panoramasını izliyoruz.
 
Kaleden çıkınca Clapton’ı aratmayacak şekilde çalan bir genci dinleyerek soluklanıyoruz. Kalenin Batı’sında Sant Pietro Kilisesi yer alıyor. Bu en büyük Hristiyan Mabedine giden yolu 1936’da Mussolini Kilise’nin Nehir’den rahatça görülebilmesi için açtırmış. Bu arada Rafaello’nun atölyesi de yıkılmış. San Pietro Meydanı’nın 4 sıradan oluşan 284 sütunu dünyayı ve gözü kucaklıyor.
 
*
 
Üçüncü gün Vatikan Müzesi’ni önceden yaptırdığımız rezervasyonla geziyoruz. Müze içinde, oturmadan 7 km yürümek gerekiyor. Koleksiyon Roma İmaparatorluğunun her yanından ve her dönemden çok zengin bir koleksiyonu barındırıyor. Özellikle eski Mısır heykelleri çok etkileyici. Romalılar bu heykel geleneğine sahip çıkmışlar, eski Mısır’ın anatomi bilgisini daha ileri götürmüşler. Bu estetik zirve bugün de korunuyor. Ayakkabı yapımı, moda İtalya’nın sözü geçen alanlar. Dünya’nın her tarafında üretilen otomobillerin çoğunun da tasarımı Milano’da yer alan küçük tasarım atölyelerinde yapılıyor.
 
Müze çıkışında Trevi Çeşmesi’ni ve Navona Meydanı’nı bir kez daha görmek istiyoruz. Kısa bir dinlenmeden sonra bu kez Via Cola del Rienzo’ya aylak aylak dolaşmak (far niente) için çıkıyoruz.   Bir semt pazarını geziyoruz. İtalya peynirleri ve zeytinyağı ile ünlü. Ancak kahvaltıda zeytin yeme alışkanlıkları yok. Zeytinler dükkanın bir köşesinde sığıntı gibi bekliyorlar. Bağcılık, şarapcılık dolayısıyla sirkeleri de çok lezzetli.
Günlük olayları görmek için bir – iki İtalyan gazetesi alıyoruz. Gazeteci de bir dergi ilgimi çekiyor; L’Ilustrazione, neredeyse 120 senelik bir resimli haber dergisi. Libya’daki savaş nedeniyle kendi arşivine dayanarak Libya’yı Osmanlılar’dan nasıl aldıklarını anlatan, 80 kadar fotoğraf içeren harika bir özel sayı yapmış. Bu da günün sürprizi; bu fotoğraflar bizim arşivlerimizde var mı acaba? Libya’ya giden Osmanlı donanması, bir Osmanlı şiebinin batırılışı, Arap kılığına girerek şaşırtma vermek isteyen 30 Türk askerinin kurşuna dizilişi, Türk esirlerin kamp hayatı, – yaklaşan Balkan Savaşı nedeniyle imzalanan – Ouchy Antlaşması’ndaki İtalyan ve Türk heyetleri, nihayet Türk askerlerinin Libya’yı terkedişi; küçük bir hazine.
 
*
 
Son gün uçağımıza binmek için Tiber Nehri’nin Tiren Denizine kavuştuğu dümdüz topraklara kurulu Leonardo da Vinci Havaalanına yollanıyoruz. Leonardo, has sanat ve bilimin birbirine uzak olmadığının somut kanıtı. İnsan vücudunun her santimetrekaresini incelemişti. Gelgelim gözü inceleyemiyordu; zira kestiğinde göz sıvısı akıyor, göz de şeklini yitiriyordu. O da gözü hafifçe haşlayarak sonra kesmeyi akıl etti: Böylece gözün eksizsiz anatomisini inceledi. O sırada bunu yapabilmiş bir hekim yoktu henüz.
 
 
 
*: Sigara konusunu bu zorunlu ara ertesinde ele alacağım. 
This article was published under the category Uzm. Dr. Haluk Çağlayaner on 06/06/2016 13:00.