Rıdvan Şahin

İnsanın kendini, yakınlarını tedavi etmesi iyi bir fikir değildir: Yaşım kemale erdi, hastalıklar bedenimi sarıverdi. Başvurdum bir “uzman”a. Kapıldı gitti, paranın iğvasına. O gün bu gündür aile hekimimdi Rıdvan. 
 
*
 
Onu Sultanbeyli yazılarıyla tanımıştım; sonradan kitaplaştırdığı. Basılı görmek kısmet olmadı ona. Umarım bize olur. 
 
*  
 
Çok dalga geçerdi bendenizle; “emekli” diye. Beşer şaşar, şaştım bir gün ben de: - “Kızma Haluğum” dedi; “Bir gün emekli olursam senin gibi olamam ben!”
 
** 
 
Yaz başıydı. Bir de baktım geride kalmış aile hekimliğinin 20 yılı. İşim gereği katılamıyorum her kongreye; ne kadar istesem de. Kızarttım yüzümü 20. yıl şerefine. Kimleri görmedim ki yılların ardından? Ama Rıdvan yoktu. Kongre Ölüdeniz’deydi. 
 
*
 
Benim için böyle başladı hikâye. Hayat her gün bir şey öğretiyor; iki birincil odak oturdu gündeme. 
 
*** 
 
II. Dünya Savaşı, iki farklı blok ve nükleer dehşet dengesi ile sonuçlandı. Manevra alanı daralan kapitalizm, krizden çıkmanın yolunu Keynes’in öğretisinde buldu: Refah toplumu. Durgunluk, artı-değer çalışanlarla paylaşılarak aşılacaktı. Refah toplumunun (sosyal devletin) ayrılmaz parçası ücretsiz sağlık hizmeti idi.
 
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ezbere bildiğimiz ünlü sağlık tanımını bu sırada yaptı:
 
 
 
Sağlık, yalnız hastalık ve sakatlığın olmayışı değil,
 
bedence, ruhça ve toplumsal yönden tam iyilik halidir.
 
DSÖ, 1948
 
 
 
Rıdvan, bizi simgeliyordu; 1948 ertesinde doğup, 1980’lere kadar sağlık mesleğine atılanları. Onunla birlikte biz de yitip gittik biraz. Çocukluk ve gençliğimize – şimdi bönce görünen – ama o zaman gerçek olarak algıladığımız bir iyimserlik hâkimdi. Hiçbir şeyimiz yoktu; ama umudumuz vardı. Bütün insanlar kardeşti ya da er geç olacaklardı. Büyük savaşlar geride kalmıştı, küçükleri de sona erecekti. Bir maniniz yoksa akşam size gelecektik.    
 
*
 
Rıdvan aileden sağlıkçı idi; babası sağlık memuru idi. Genç Cumhuriyetin kendini var edişinin bir aile düzeyinde yinelenmesidir bu. Genç Cumhuriyetin genç sağlık memuru pırıl, pırıl dört evlat yetiştirmiş, Rıdvan hekim olarak baba mesleğini devralmıştı. Bir önceki kuşak bize başı dik bir ülke bırakmıştı, biz, onu daha ileri götürecektik.  
 
*
 
Marx’ın, sosyalizmin ileri endüstri ülkelerinde kurulacağı öngörüsü gerçekleşmedi. Var olan reel sosyalist blok ta [1981 – 1992]’de çöktü. 
 
*
 
Denge unsuru yok olunca çalışanlar aleyhine her türlü kararı almak kolaylaştı. Sosyal haklar ve sağlık hizmetleri gün be gün, envai çeşit gerekçe ile tırpanlandı. Bu eğilim Türkiye’ye 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi ile yansıdı. 
 
Bu sırada fark edilmeden geçti: Dünya Sağlık Örgütü sağlığı yeniden tanımlayıverdi:
 
 
 
Sağlık, birey ya da grubun 
 
bir yandan isteklerini gerçekleştirmesini ve ihtiyaçlarını karşılayabilmesini, 
 
öte yandan çevresini değiştirmesini ya da onunla başa çıkabilmesini sağlayan ortamdır. 
 
Dolayısıyla, sağlık hayatın bir nesnesi değil, günlük hayatın bir kaynağı olduğu gibi, fiziksel yetilerin yanı sıra toplumsal ve kişisel kaynakları da içeren pozitif bir kavramdır.  
 
DSÖ, 1984
 
 
 
Sağlığın daha iyisine kim itiraz edebilir ki? Ama sade vatandaş şu tuhaf soruyu sordu kendi kendine: 
 
- Dünya insanları 1948 sağlık tanımına ulaştı mı ki, çıtayı yükselttik? 
 
İsmi ile müsemma Labonté (=iyilik); (1993) bu fevkalade incelikli ve hermetik dilin mealini biz faniler için somutlaştırdı: Buna göre “iyi sağlığın 6 bileşeni”
 
1) Kendini canlı, enerji dolu hissetmek,
 
2) İyi toplumsal ilişkilere sahip olmak,
 
3) Hayatı ve yaşama koşulları üzerinde denetim sahibi olduğunu hissetmek,
 
4) Zevk aldığı şeyleri yapabilmek,
 
5) Hayatının bir anlamı olduğuna inanmak,
 
6) Bir topluluğun parçası olduğunu hissetmek”ti.
 
Sorarım size:
 
- Zengin/fakir, yaşlı/genç kaç faniye nasiptir bu yatağından taşan, bendini aşan sağlık? 
 
Bu üslup tanıdık değil mi? Evet, bu reklamların sesidir. Bu, ticarî tıbbın anayasasıdır. Bu, ulaşılması mümkün olmayan ama ulaşılabileceği yanılsaması yaratıldığında çok para kazandıran devridaim makinesidir.
 
***
 
Geçen hafta konuşabilmiştim en son eşi ile. Haberler iyi değildi. Son bir aydır aşağı doğru gidiyordu eğri. Meğer bu aldığım son sağlık haberi imiş. Benim için de pek zorlu geçmişti son üç hafta. Üçüncü haftanın son Perşembesi sofraya oturup çorbamın ilk kaşığını yudumladığımda acı, acı çaldı telefon. Kapı komşum arıyordu; o artık yoktu. Yemek mi yedik dayak mı? Kalktık gittik başsağlığına. Namaz Cuma günü Selimiye’de idi. 
 
*
 
Hurdahaş girdim yatağa, üç buçuktan sonra kırpmadım gözümü. İkindi vakti toplandık Selimiye’nin avlusunda. Ailesi, akrabası, dostları, arkadaşları, yolu hayatın şu ya da bu aşamasında onunla kesişenler. 
 
*
 
Doğrusu bu ya dermanım yoktu gitmeye kabristana. Onun yerine ıssız, sessiz Camiin bahçesinde oturdum bir köşeye. Bakakaldım Türk modernleşmesinin bu kilit taşına. Kubbe dört köşe büyük bir alanı sütunsuz örtmeyi sağlar. Dörtkenarına kubbenin, ağırlığı dengeleyecek ağırlık kuleleri oturtulur. Burada ağırlık kuleleri diğer camilerden farklı olarak çok belirgin, Kışla’nın kulelerini andırır biçimde yapılmıştı. Semti yakın zamanda gözden geçirmiş, ama fark etmemiştim. Giderayak Rıdvan’ın bana selamı idi bu. 
 
 *
 
Düşündüm ne gariptir Selimiye’nin encamı; 1805’te burada filizlenmişti Türk modernleşmesi; burada söndü 1980’de.   
 
*
 
Ölüdeniz’den birkaç hafta önce Rıdvan ve bir arkadaşımızla Selimiye’de buluşmayı planlamıştık. Ondan bize kalanları aktardık birbirimize. Kısacık bir ömre çok şey sığdırmıştı Rıdvan. Biz, her birimiz onun bize görünen yüzünü tanımıştık. Bir süre önce babasını almıştı kanser. Rıdvan bir sanat eseri yarattı: Kısa filmi “Eski Kırkbeşlikler” ile ölümsüzleştirdi babasını; genç Cumhuriyetin bu isimsiz sağlık kahramanını. 
 
***
 
Saat sekizi yirmi geçiyordu. Selimiye’den Kadıköy’e Tıbbiye Caddesi’nde sürdürdüm hayat yürüyüşümü, egzost püskürtüyordu dizel motorları. 5 – 10 yıl öncesinde hava durumu gibi hava kirliliği raporu yayınlanırdı. Havayı arındıramadık, ama hava kirliliği raporlarını arındırdık hayatımızdan. Rıdvan son haftasına girdiğinde, Habertürk gazetesi içme suyu üzerinde dolaşan kara bulutlara odaklanmıştı. Rıdvan’ı yitirdiğimiz 2011 namdar bir hızlı-gıda zincirinin ülkemizdeki 20. yılı idi, onu izledi diğer köfteci ve kahveciler. Değirmenin suyu; rafine şeker yurtdışından geliyor. Sonuç; obezite salgına dönüştü. Denizlerimizi atıklarımızla – affedersiniz – benzettik. Rıdvan’ı yitirdiğimiz gün Bandırma ve Tekirdağ’ı su bastı. Bandırma’da 400 kişi devlet hastanesinde mahsur kaldı. Hâlbuki afet anında stratejik noktasıdır hastane şehrin. Bu da resmidir kentleşmemizin. Daha iş koşullarına gelemeden aldı yürüdü işsizlik.
 
 
Giderayak Rıdvan’ın hepimize selamıdır bu: Neredeyse üst solunum yolu enfeksiyonu ile yarışacak kanser. Şurası kesin; bir şeyi – ya da birçok şeyi – yanlış yapıyoruz. 
 
*
 
Bu satırları yazadururken çok düşündüm. Sadece anılardan mı söz etmeliydim? Yer var mıydı bizi biz yapan gerçeklere? Rıdvan’ın da bu ikinci yolu yeğleyeceğini düşündüm.
 
*
 
İnsan geride bıraktıklarında yaşar. Ondan son kez söz edildiğinde gerçekten ölür kişi. 
 
*
 
Rıdvan bir pırlanta idi; çok veçheli, insanlarla çabuk kaynaşan, şeytan tüyüne sahip; yoğun yaşadı. Rıdvan’ın ilaç repete edilmesi için elimize tutuşturulan bakkal pusulalarından yola çıkarak oluşturduğu kısa filmi izleyebildiniz mi? Sanırım, onunla ilgili bilgim(iz), bir buzdağının su üstündeki bölümü kadar sınırlı. Her birimiz onun hayat yolculuğunun farklı bölümlerini fark edebildik sadece. 
 
*
 
Hayatı parça, parça belleklerde, nisyan ile malul hafıza-i beşerde. Onu yaşatmak, bu parçaları bir araya getirme irademize, uçucu anıları kalıcı yazıya dökmemize bağlı. Bu fikrime katılırsanız lütfen sitemizde yer alacak sayfaya anılarınızı, varsa Rıdvan’la ilgili belgeleri gönderiniz. Başımız sağ olsun. 
This article was published under the category Uzm. Dr. Haluk Çağlayaner on 06/06/2016 13:00.