Hastalarıma Anlattıklarım

Bugün 14 Mart; tıp bayramı. Herhalde, hasta – hekim ilişkisinin bilgilendirme yönü üzerinde duran bir yazı serisine başlamak için en uygun gün olmalı. Öncelikle bütün meslektaşlarımın tıp bayramını kutlarım. Bir çok şey istediğimiz gibi olmayabilir. Ama önemli olan umuttur. Umudu yitirmemektir. Bir atalar sözü der ki; “umudu olanın herşeyi vardır.” Biz de koşullar ne olursa olsun umudumuzu yitirmeyelim. Bir yazarımızın dediği gibi “başlayamıyorsak devam edelim”. 
*
Mesleğimiz için yaygın olarak kullandığımız üç ad var: Eski tıp metinlerinde ve mevzuatta “tabip” adlandırması ağır basıyor. Bildiğimiz kadarıyla eski Mısır’da tıbbın geliştiği Teb kentinden geliyor tıp ve tabip adlandırmaları. Hekim yine doğudan Arapçadan geliyor; hükm kökünden; hakim ve hakem gibi. Nihayet Latince’den gelen doktor ise doceo “öğretmek” fiilinden türemiş. 
Bu yazı çerçevesinde en çok bu sonuncu adlandırma önem kazanıyor. Hekim, hastasına öğretecekleri olan kişi. Anlatacaklarını ne kadar inanarak, uygulayarak anlatırsa iyileştirme gücü de o kadar yüksek olacak. Elbette mesleğimizde hazakat söz konusu; fizyopatoloji bilgisi, klinik gözlem gücü, el becerisi gerekli. Bu malzemeyi kardıktan sonra verimli sonuc alabilmek, bildiklerimizi karşımızdaki hastanın anlayabileceği dille aktarmaya bağlı. Hekimin bir becerisi de kişiye “kendi hekimi” olmasını öğretmek olmalı. Bu anlamıyla hekim bir vulgarisateur (bilimsel bilgiyi günlük dile aktaran kişi) olmalı. 
Vulgarisation (halkın diliyle söyleme) deyince orada biraz duralım; bu, günümüzde çokça yapılıyor. Televizyon kanalları program akışlarının önemli bir bölümünü hekimler, beslenme uzmanları ve sağlığı korumada yol gösterecek diğer kişilerle yapılan konuşmalara ayırıyorlar. Gelgelelim günümüzün ticaretin ekseninde dönen dünyasında, bu basitleştirme çabası yozlaşarak örtülü bir reklam – tanıtma çabasına da dönüşebiliyor zaman, zaman. Örneğin ara öğün olarak rafine karbonhidrattan başka bir şey içermeyen paketli bir ürün öneren (!) “uzman”larla da karşılaşabiliyoruz.
*
Her ne hal ise, bırakalım televizyonu, her gün karşılaştığımız hastamıza dönelim biz; diyelim ki genç, uzun iş saatleri boyunca çalışan bir insan olsun karşımızdaki. Mevsim kış, bizden “bağışıklığı güçlendirici” bir ilaç, bir formül, bir öneri bekliyor. Son zamanlarda çok sık hastalanır olmuş.    
-    “Vitamin almalı mıyım?” diyor. “Hangi vitamini almalıyım?” 
Hareketli bir hayat sürmenin bağışıklığı uyaran, yan etkisi olmayan ve sürdürülebilecek tek seçenek olduğunu anlatmaya çalışıyorum. 
-    “Ama” diyor, “doktor bey, ben zaten işte bir dakika bile durmuyorum ki! Hep, hareket halindeyim.“ 
-    Evet, diyorum, iş hayatı yorucu, bütün gün çok yorulabilirsiniz, gelgelelim, iş hayatındaki ya da ev işlerindeki hareketlilik bizi yorar, ama kondisyonumuzu (bir basitleştirme ile kas gücümüzü) yükseltmez. 
*
Hastanın vakti varsa, almaya hazırsa kısa bir fizyoloji bahsi açıyorum: Bakın diyorum; dışarıda arabalar duruyor, arabanın kontakt anahtarını çevirdiğiniz anda benzin tüketmeye başlar. Gelgelelim işler insan vücudunda bu şekilde yürümüyor: Biz harekete başladığımızda ilk 25 dakika karaciğerde depolanmış nişastayı (glikojen) yakıyoruz. Ancak 25. dakikadan sonradır ki vücut yağ yakmaya başlıyor. Arabada bir benzin motoru var, vücudumuz ise daha çok bir odun sobasına benziyor. Odun sobasından verim almak için ateşi sürekli harlı tutmak gerek. Gün içinde kesintisiz bir 25 dakika yürümeli ya da başka bir aktivite yapmalısınız ki, gün içindeki hareketliliğiniz de buna eklensin. Vücudunuz saat gibi işlesin. Bunu yaptığınızda bağışıklık sistemini de uyarmış olacaksınız. Fazladan alınan ve yakılmayan kaloriler, uzayda, enerjiyi depolamanın en az yer tutan şekline; yağa dönüşür, uygun bulunan yerlerde biriktirilir. Odun sobasından verim almak için odun atmayı da ihmal etmemek gerek. Bir başka deyişle iki buçuk – üç saati geçmeyecek aralıklarla az miktarda yemelisiniz ki, metabolizmanız hızlı çalışsın. Odun sobasına bir defada çok odun atar, hava almasını engellerseniz ateş tavsar, verimi düşer. Siz de günlük enerjinizi bir iki öğüne sıkıştırırsanız metabolzma hızınız düşer, vücudunuz aldığınız enerjiyi yakmaz olur. 
*
Hareketlilik aynı zamanda beyinden endorfin (mutluluk hormonu) salgılanmasını sağlar. Böylece kendinizi daha iyi hisseder, gün içinde karşılaşabileceğiniz sorunlarla daha rahat başa çıkabilirsiniz. 
***
Bilmem katılır mısınız? Benim klinik hayatımda gördüğüm o ki, - istisnaları olsa da – kadınlar genel olarak su içmesini pek sevmiyorlar. Bu kadın vücudunun kompozisyonunun daha çok yağ içermesiyle mi, yoksa kadın vücuduna hakim olan hormonal denge ile mi ilgilidir? Yoksa ev dışında tuvalete gitmekteki zorluk gibi ne yazık ki ülkemize özgü nedenlerle mi ilgilidir? Bilemiyorum. Yıllar önce duymuştum; Amerika’da doğup büyümüş, dha sonra bilmem hangi nedenlerle Türkiye’ye yerleşmiş, hayatını turist rehberliği yaparak kazanan bir hanım yazın çıktığı Doğu turunda gidilebilir olmayan tuvaletlere gitmemek için su içmemiş. Sonunda grubunu gezdirirken bayılmış; ancak hastaneye kaldırıp serum bağlanınca toparlanmış. Meğer farkına varmadan dehidratasyona sokmuş kendisini. Halbuki bir biyokimya fabrikası olan vücudun iç dengesini sürdürebilmesi için en çok ihtiyaç duyduğu maddelerin başında su geliyor.  
*
Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. İşte, benim ki de böyle. Bilmem siz neler yapıyorsunuz? Hastalarınıza neler anlatıyorsunuz? Gelecek yazımda sigara konusunda söylediklerimi aktaracağım.
This article was published under the category Uzm. Dr. Haluk Çağlayaner on 06/06/2016 13:00.