Bosna – Dubrovnik

Hiçbir maddi bağım olmamakla birlikte 1992 – 1995 Yugoslavya iç savaşı’nı içimde yaşadım: Bunu kelimelerle ifade etmek zor, öylesine ki sanki Bosna değil, ben saldırıya uğramıştım. 
Olayların gerçek boyutları zamanla ortaya çıkıyor; Sovyetler Birliği’nin yıkılması, Almanya’nın birleşmesi ve Yugoslavya’nın parçalanması II. Büyük Savaş ertesinde oluşan status quo’yu geri dönülmez bir şekilde sona erdiren üç dönüm noktası olarak beliriyor. 
XX. yüzyılın üçüncü çeyreğinde doğan benim kuşağıma savaşların artık geride kaldığı öğretilmişti. Oysa nükleer dehşet dengesinin önlediği topyekûn savaşın yerini yerel savaşlar almıştı. Zihinimizdeki “iyimser” dünya tablosunda Avrupa uygarlığı ve değerleri merkezî bir yer tutuyordu. Gelgelelim, yaşananlar anlatılanları doğrulamadı. Stefan Zweig’ın anlattığı “Dünün Dünyası” (II. Büyük Savaş öncesindeki Avrupa) nasıl geride kaldı ise, 1960’ların dünyası da kendi değerleri ile birlikte tarih oldu.
Nihayet Yugoslavya’daki savaş Avrupa’nın kalan yaldızlarını da döktü: Srebrenica’da Birleşmiş Milletler Güvenli Bölgesi’nde korumasına verilmiş silahsız insanları onları yok edecek Sırp komutana teslim eden Hollandalı Barış Gücü komutanı şampanya kadehini – belki de – artık devri kapanan Avrupa’nın anısına kaldırıyordu. 
*
1995’ten bu yana – başta Bosna – “Güneyslavlarının ülkesi”ni görmeyi arzu ettim. Bulabildiklerimi okudum. Nihayet geçenlerde bu toprakları – kısaca da olsa – görme fırsatını buldum. Organize seyahatin binbir hurda ve birbirinden tatsız teferruatını anlatıp canınızı sıkmayayım; biraz abartarak gezimizi “bir Van Gogh tablosunu pul üstünde görmeye” benzetebiliriz. 
*
Dağarıma iyi kötü kattıklarımı aktaracağım.
- Bosna’da Osmanlı hakimiyeti 415, Avusturya-Macaristan’ınki 40 yıl sürmüş; küçük bir köy olan Saray Ovası Osmanlı döneminde Trakya’dan gelip Mostar’dan Dubrovnik’e inen ticaret yolunun önem kazanmasıyla büyük bir şehire dönüşmüş. 
- Avusturya-Macaristan’ın kısa süren hakimiyeti (1878-1914) dünyaca maruf adıyla Sarajevo’nun, bizim için Saraybosna’nın bir XX. yüzyıl şehri olarak şekillenmesinde önemli olmuş. 
- Saraybosna bu çerçevenin en uzak noktasında kalsa da, Prag, Bratislava, Krakow, Budapeşte, Liyubliyana gibi bir orta Avrupa; Viyana esintisi taşıyor.
- Osmanlı döneminden kalma Başçarşiya gerçekten iyi korunmuş. “Kentlerimizde, bu kadar iyi korunmuş semtlerimiz neden bu kadar az?” sorusunu ister istemez soruyor insan kendine. 
- Kentte, kırda; ne kadar mütevazı olursa olsun çatısız ev yok. Bakımsız, hatta savaştan kalma viraneler var; ama bizdeki kadar çirkin bina yok.
- Et çok ucuz ve çok lezzetli; bizde 40 yıl önce olduğu gibi. Ünlü “cevapcici” kebab’ın Slavcası. Bosna’da, “yogurt” denen yoğurt ve ayran, Hırvatistan’da yogurt ve tekuci yogurt’a dönüşüyor. 
- Dayton Antlaşması pratikte ülkenin yarısını Sırplara verdi, kalan yarının da yarısı pratikte Hırvat’ların elinde; bu nüfus kaymasının temelleri ilk kez Avusturya-Macaristan İmparatorluğu zamanında atılmış; böyle bakıldığında Bosna’nın savaştaki başarısı görünenin üstünde olmalı.
- Ne var ki, geçen 15 yıla rağmen, Saraybosna savaşın etkilerinden kurtulamamış; karanlık bastırınca II. Büyük Savaş ertesini yaşayan bir orta-Avrupa şehrine dönüşüyor: Nüfusunun %40’ı hala işsiz. 
- Eski bir Boşnak deyişi; “Bosna küçüktür; ama ütülersen Rusya kadar olur!” diyor. Ülke, gerçekten çok dağlık, bir o kadar da sulak. Eskiden tümü için Bosna adı kullanılırken Avusturya-Macaristan döneminden beri güneyi için Hersek adı daha çok kullanılır olmuş; Bosna çok yeşil ve ağaçlık, Hersek – bizim Orta Anadolu kadar olmasa da – daha çok bozkır havasında. 
- Yolda kahve molası; Bir yarın üzerinden aşağıdaki yemyeşil vadiye bakan ahşap bir kışlık lokal. Garsonlar bizim geleneksel cepkenli kıyafetimizi taşıyor. Türk kahvesi istedik; herkese küçük birer tepside tek kişilik cezvede, yanında lokumu ile birlikte geldi. Keyifle içtik. 
- Saraybosna – Mostar yolundaki Blagaj Tekkesi görmeye değer. Neretva’nın kolu Buna’nın saniyede 43.000 m³ su akıtan devasa kaynağı üzerine kurulu üç katlı şirin mi şirin bir Osmanlı evi. Tekke – Balkanlardaki birçok benzeri gibi – efsanevi Sarı Saltuk ile ilgilendiriliyor; muhtemel ki daha eski dinlerde de kutsal sayılan bir nokta idi. 
- Mostar Köprüsü gezimizin bir diğer önemli noktası. Küçük Mostar Köprüsü’nü ilk kez duyuyor/görüyoruz; meğer önce Küçük Köprü yapılarak tek gözle büyük bir mesafenin aşılması denenmiş. Büyük Köprü daha sonra yapılmış. Her ikisi de Mimar Hayreddin’in eseri. 
- Büyük Köprü son savaşta Hırvat topçu ateşiyle yıkılmış, küçük köprü yıkılmasa da büyük hasar görmüş, savaştan sonra, kar ve donu izleyen hızlı bir hava değişimi küçük köprünün de genleşme sonucu yıkılmasına neden olmuş. Her iki köprü Unesco’nun önderliğinde eski Mostar’ın hasar gören başka eserleriyle birlikte onarılmış. 
- Mostar geçmişte deri işleriyle ünlü imiş; debbağlar (deri işleyenler) kötü koktuklarından cemaat tarafından camiye alınmak istemezlermiş; onlar da Tabakçılar camiini ve hamamını yaptırmışlar. Onarılan hamam günümüzde kültür merkezi olarak kullanılıyor. 
- Mostar Köprüsü’nün orijinal taşları Neretva’nın derinliklerinde aranmış. Ancak 140 kadarı bulunmuş, bulunanların çoğu kullanılamayacak durumda imiş. Köprünün ilk yapılışında kullanılan yakındaki taş ocağından çıkarılan taşlarla sayı 480’e tamamlanmış, köprü ilk görünümüne kavuşturulmuş. Köprünün onarımını bir Türk firması üstlenmiş.
- Hırvat topçusunun Mostar Köprüsü’nü yıkan atışı yaptığı tepenin üstünde günümüzde devasa bir haç yer alıyor. Haçın dikildiğini merhum Aliya İzzetbegoviç’e ilettiklerinde şöyle demiş: „Bırakın diksinler, gökteki hilali de indiremezler ya!“.
- Hersek’teki Mostar’dan, Dalmaçya’daki Dubrovnik’e tek bir yol var; Neretva’nın yatağı. Mostar Saraybosna ve Dubrovnik’e neredeyse eşit uzaklıkta. Bu kadar virajlı yol azdır, hele üzerinde bu kadar çok tünel bulunan bir yoldan ilk kez geçtim. Tünellerin bir bölümü Avusturya – Macaristan İmparatorluğu zamanından kalmış. 
- Pojitel Adriatik Denizi’ne yaklaşık 30 km uzaklıkta sırtını bir tepeye vermiş, tipik bir Osmanlı köyü; camii, hamamı, kalesi, evleri ile. Savaşta çok zarar görmüş, neyse ki dünya kültür mirası olarak takdir görmüş ve Unesco’nun öncülüğünde ilk günkü gibi onarılmış.
- Bosna’dan Hırvatistan’a artık gümrükten geçiliyor. Gümrükten geçtikten bir süre sonra da Akdeniz görünüyor. Ne yazık ki bir süre sonra hava karardı. Oysa, bölge, kıyıya paralel uzanan adalarıyla dünya coğrafya literatürüne „Dalmaçya tipi kıyı“ olarak geçmiş. Ne yazık ki fazla bir şey göremedik. 
- Merakla beklediğim Neum kasabası yolumuzun üstünde: Küçük, ama anlatmaya değer bir öyküsü var. Neum, Hırvatistan’ın Dalmaçya kıyısını batı ve doğu olmak üzere ikiye ayıran hepi topu 20 – 25 km’lik bir kıyı şeridi. Sakinlerinin çoğu Hırvat olmakla birlikte, Bosna – Hersek Cumhuriyeti’ne ait; dolayısıyla buraya girerken ve çıkarken tekrar gümrükten geçiyoruz. Neum, Osmanlı Devleti’nin artık kaçınılmaz olarak gerilemeye başladığını gösteren Karlofça Antlaşması ile kazandığı bir toprak parçası. 
- Dubrovnik yolundayız. Dubrovnik, Fatih zamanından beri Osmanlı’ya haraç ödüyor, bunun karşılığında Osmanlı da Dubrovnik gemilerinin savunmasını üstleniyor. Adriatik Denizi’ndeki ticaret için rekabet eden Venedik gemileri ise fırsat buldukça Dubrovnik gemilerini taciz ediyorlar. Neum, Osmanlı’ya Dubrovnik’in batısında birkaç gemi bulundurabilmesi için verilmiş bir liman. Yukarıda söylediğim gibi Dalmaçya ile Bosna arasında Neretva’nın yatağı dışında yol yok: Dalmaçya yer yer genişliği 3 km.ye kadar düşen dar bir kıyı şeridi; geride aşılması imkansız sarp dağlar yer alıyor. 
- Dubrovnik girişinde bizi Fransızların yaptığı Franjo Tuđman Köprüsü karşılıyor: Hırvatlar, yarımadayı gerideki kıyıya bağlayarak şehir girişindeki trafik tıkanıklığını gideren bu modern köprüye kurucu başkanlarının adını vermişler. 
- Dubrovnik gerçekten iyi korunmuş harika bir ortaçağ kenti. Modern kent çevrede alabildiğine genişlemiş, yazın çok tutulan bir tatil mekanı. Eski kente gözleri gibi bakmışlar. Son savaşta Sırp donanması Dubrovnik’i kuşatıp, bombalamış; Hırvatlar, kıyıda, bu sırada tersanede imal ettikleri ilk hücümbotu ve ilk zırhlı kara aracını sergiliyorlar. Dubrovnik’e de Unesco’nun eli değmiş.
- Hırvatistan’ın para birimi kuna; sansar anlamına geliyor: Eski çağlarda, yörenin pek kıymetli sansar kürkleri değişim aracı olarak kullanılırmış. 
- Ortaçağ’da, Orta Asya’da patlak veren veba bir Ceneviz gemisi ile Kırım’dan Avrupa’ya ayak basınca, Venedik’ten başlamak üzere şehirler kendilerini korumak üzere eski miskinhanelerini (lazaretto) şehire gelenlerin kırklandığı – her zaman bu süreye uyulmasa da – kırk gün (quarante giorni) bekletildiği yerlere dönüştürmüşler: Karantina. Dubrovnik, karantina uygulamasını ilk başlatan şehirlerden biri, kara yoluyla gelenler şehrin doğu kapısının hemen dışında yer alan lazaretto binasında, deniz yoluyla gelenler ise şehrin hemen açığında yer alan Lokrum adasında bekletilmiş. 
- Dubrovnik bütün ortaçağ boyunca bir yandan doğudaki Osmanlı’ya, öte yanda Adriatik Denizinin büyük gücü Venedik karşısında bağımsızlığını korumasını bilmiş, bunu tahmin edilebileceği gibi girift bir diplomasi becerisi ile sürdürmüş.
- Kent, ortaçağda Cenova, Venedik, Amalfi ve Pisa’dan sonra „beşinci deniz cumhuriyeti“ olarak anılırmış. Amalfi ve Pisa kısa zamanda önemlerini yitirmelerine rağmen Dubrovnik bağımsız varlığını 19. yüzyılın başına kadar sürdürmüş. Tahmin edilebileceği gibi kentte yoğun bir İtalyan etkisi göze çarpıyor.  
- Önceleri Ragusa adını taşıyan kent, kurulduğunda, kıyıdan bataklık bir şeritle ayrılırmış. Zamanla genişleyerek arkasındaki meşe korusunun (Dubrovo) bir bölümünü kendine katmış ve bugünkü adını almış; Dubrovnik. Şehir surları 3 km tutuyor ve ücretle gezilebiliyor. 
- Eski bataklığa gelince şimdi eski kentin ana caddesi ve en prestijli mekanı; Stradun. Bir çok Avrupa kentinde olduğu gibi caddenin bir ucunu Fransisken, diğerini Dominiken manastırları tutmuş. Fransisken Manastırı Avrupa’nın en eski eczanelerinden birini barındırıyor.   
This article was published under the category Uzm. Dr. Haluk Çağlayaner on 06/06/2016 13:00.